Kimlik Buhranı 27 Ağustos 2025, 05:53

Güzel ülkemin ahvalini anlattığını düşündüğüm güzel bir fıkra vardır. “Karganın biri ormanda gezinirken rengarenk kanatlarını açmış, tüylerini yaymış, şatafatlı bir halde göğsünü gere gere yürüyen bir tavus kuşu görmüş. Onun alımlı çalımlı yürüyüşü bizim karganın pek bir hoşuna gitmiş. Hemen onun yürüyüşünü taklide girişmiş. Epey çabalamış, hayli zorlamış; lakin onun gibi yürümeye imkan yok. Karga kan ter içinde kalmış. Azıcık soluklanayım derken yanından seke seke geçen bir saka kuşu gözüne çarpmış. Tavus kuşunun yürüyüşünü beceremeyen karga, sakanın sekişinin cazibesine kapılıvermiş. Onu beceremedim, bana uymadı; bari şu sakanın yürüyüşü gibi yürüyeyim demiş kendince. Başlamış saka kuşunu taklit etmeye. Lakin ne mümkün onun gibi yürümek... Karga, kendini heder etmiş, ama yine de becerememiş öyle yürümeyi. Artık iyice yorulan karga, “Aman, boşver! Onu, bunu taklit epeyce yordu. Beceremedim de zaten! En iyisi mi ben yine kendim olayım, kendim gibi yürüyeyim.” demiş. Başlamış yürümeye, fakat heyhat! Ne mümkün!.. Biçare kargacık kendi yürüyüşünü de unutuvermiş ve ortaya garip bir yürüyüş çıkıvermiş.”
“Mazi, kalbimde kanayan yaradır.” İslam’la şereflenen ve kendisinde zaten var olan pek çok güzel hasleti en güzel şekliyle yaşamaya başlayan Türkler, kendilerine çok yakın buldukları bu inancı büyük bir çoğunlukla kabullenmişler ve her milletten daha fazla saygı, hürmet ve sevgi göstererek benimsemişlerdir. Asırlarca bu yüce dine canlarıyla, mallarıyla tavsiye edildiği üzere cömertçe hizmet etmişlerdir. Yedi kıtaya taşıdıkları İslam inancını, aynı zamanda kültürel motifleri, medeni vasıflarıyla da gittikleri ülkelerin hayatına nakşetmişlerdir. New York Üniversitesi kurucularından bilim insanı, kimyager, filozof doktor, tarihçi John William DRAPER, “O zamanki Avrupalılar tamamen barbardı. Hristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını İslam dini başardı.” der. Bir medeniyet devleti olan Osmanlı, Müslümanlığın yayılması için çalışmış, “İla-yı kelimetullah için nizam-ı alem” düsturunca hareket etmiştir. Ne yazık ki bu durum bir yanlış anlamayı da beraberinde getirmiştir. Halk, Arap dünyasının kültürel varlıklarını, yaşam motiflerini de birer İslami unsur gibi algılamış, kültürel etkileşime girmiştir. İslam’ın geliştirdiği Arap devletlerinin gösterişli ve medeni şehirleri, Binbir Gece Masalları’ndan fırlamış gibi halleriyle insanlarımızı cezbetmiştir. Dilinden edebiyatına, kılık-kıyafetinden mutfağına pek çok konuda önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Bu da yavaş yavaş kendi değerlerimizin, töremizin, yüksek vasıflarımızın zamanla örtülmesine sebebiyet vermiştir. Bunlara sahip çıkmayı ırkçı bir yaklaşımmış gibi göstererek de insanların algısı, bakış açıları şekillendirilmeye, baskılanmaya çalışılmıştır. Hiçbir dönemde ırkçı olmayan, kendi güvenliği, namusu, özgürlüğü ve sınırları tehdit altında olmadığı sürece barış ve huzur içinde yaşamayı ve yaşatmayı düstur edinen yüce gönüllü milletimiz; zamanla kendini sorgular ve geçmişinden utanır bir duruma sokulmuştur. Milletimiz; milli ve manevi değerlerine, kültürel motiflerine sahip çıkan, birlik ve beraberlik duygusu güçlü olan, her görüşe, her inanca yaşam hakkı tanıyan, saygı gösteren, daima hakkı gözeten ve üstün tutan, mazlumun yanında olan, yüksek vasıfları haiz arif bir millettir. Her daim medeniyet kavramı üzerinden gitmiş ve her gittiği yerde medeniyet inşa etmiş bir milletin bugün yaşadığı kimlik karmaşası ve bunalımı nasıl var oldu, iyice etüt edilmelidir.
Osmanlı; İslam dini, kültür ve motifleri, değerleriyle yücelen bir devletti. 600 yıl hüküm sürmesinin temelinde İslam dinamikleri ve Türk töresi vardı. Osmanlı toplum yapısı uzmanı olan profesör Hutterroht : “Osmanlı Devleti geniş topraklarını ve üzerindeki çeşitli kavimleri , Topkapı Sarayından mükemmel şekilde idare ediyordu. O saray da batıdaki en mütevazi bir derebeyinin sarayı kadar bile büyük değildi. Bu nasıl oluyordu? Sırrını çözebilmiş değilim. 16. Asırda Filistin’in sosyal yapısı üzerinde çalışırken öyle kayıtlar gördüm ki , hayret içinde kaldım. Osmanlı üç yıl sonra bir köyden geçecek bir birliğin öğle yemeğinden sonra yiyeceği üzümün nereden geleceğini planlamıştı. Herhalde Osmanlı Devleti , devlet olarak insanlığın en muhteşem harikasıdır.” demiştir. Ancak zamanla değişime ayak uyduramayarak hantal ve köhne bir yapıya bürünen ve tefessüh eden(!) devlet; hızla yıkıma doğru gitmiştir. Yönünü, Doğu’dan Batı medeniyetine çevirmek durumunda kalmıştır. Doğu’dan beslenen Batı; durumunu iyi etüt etmiş, İslam coğrafyasının zenginliklerini alarak uyarlamış ve Rönesans-Reform’la ivme kazanmıştır. Oryantalist yazar Prof. Dr. Philip Khuri HİTTİ, “İslam medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardımı ve hediyesi ilimdir. Orta Çağ’ın ilk yarısında dünyanın hiçbir milleti insanlığın ilerlemesine Müslümanlar kadar hizmet etmemiştir. Avrupa’yı hayata kavuşturan yalnız ilim değildi. İslam medeniyetinden gelen tesirler Avrupa hayatına ilk parlaklığını vermişti.” söyleriyle bunu vurgulamaktadır. Avrupa, Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesiyle süper güç haline gelmiş ve Osmanlıya gözünü dikmiştir. Hammadde ve pazar ihtiyacı için müthiş dinamikleri olan yorgun ve yaşlı Osmanlı, genç sırtlan Avrupa’nın hedefi olmuştur. Hal böyle olunca yeniden eski günlere dönebilmek umuduyla bu kez yönümüz Batı’ya çevrilmiştir. Temelsiz, bilinçsiz bir Batı hayranlığı baş göstermiştir. Avrupa’nın bilim, fen ve teknolojisini alması ve Osmanlıya gelerek devletine hizmet etmesi için Avrupa’ya gönderilen gençler; maalesef Avrupa’nın yaşam ve medeniyetine kapılmış, zihniyet değişimi yaşayarak ülkelerine ihanet duygularıyla dönmüşlerdir. “Jön Türk” hareketi olarak adlandırılan bu tarihi zihniyet değişimi, Osmanlıya göz koyan Avrupa devletlerine farkında olmadan hizmet etmiş, sonun hazırlanmasına katkıda bulunmuşlardır. Aslında vatanlarını sevdiklerini, Türk’ün yeniden eski şaşalı günlerine dönmesini istediklerini söyleyen gençler; Avrupa’ya hizmet ettiklerinden bihaberdirler. 1908 yılında Sirkeci Garı'na gelen İngiliz heyetini karşılayan Jön Türkler, İngiliz sefirin arabasının atlarının yerine kendilerini koşarak sefiri bu şekilde taşımanın büyük bir gurur vesilesi olduğunu söyleyecek ve yapacak kadar gaflete düşmüşlerdir. Jön Türkler’in arasında bulunan Ahmet İhsan (Tokgöz) hatıralarında şunları yazar:
“1908 Temmuz’unun 23. günü İstanbul’da bulunmayan İngiliz sefiri Lowther şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçiyi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkun gençler, büyükelçinin arabasını çeken atları söküp arabayı kendi kollarıyla çekmişlerdi. Bu fıkrayı yazmaktan maksadım, Meşrutiyet’in ilanına kadar Türk aydınlarının siyasî meylini ve düşüncesini göstermek içindir.”
Hiç beklemediği bu olay karşısında İngiliz büyükelçisi neye uğradığını şaşırmış, aynı gün Londra’ya çektiği telgrafta, arabasını çeken Jön Türkler’i, “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” diye tasvir etmişti.
Kullandıkları cümlelerin arasına bir iki Frenkçe sözcük sıkıştırmayı bir intelijans(!) (aydınlık) kabul etmişlerdir. Dilimize en çok yabancı kelime Fransızcadan girmiştir. Dil, güçlü bir tahribata maruz bırakılmıştır. Tanzimat Fermanı’yla başlayan süreç bizleri derin bir kedere boğan bir duruma dönüşmüştür. Tanzimat’tan itibaren gelen nesiller bilinçsiz bir Batı hayranlığı yaşamış, kimliklerinden uzaklaşmışlardır. Balkan Savaşları’yla biraz kendine gelen millet, özüne dönmeye karar verenlerin söylemlerine şahit olmuştur. Milli bir söylem geliştirmeye, Türkçü bir görüşü dillendirmeye çalışan bu gençler; yeniden “biz” olmayı istemişlerdir. Ancak birçok değerimiz; yoz ve medeni vasıftan uzak,hor görülmüştür. “Mürteci” damgası vurulmuştur. “Biz” olmanın ırkçılık olduğu düşünülmüş, faşizan bir tavır olarak nitelendirilmiştir. Kendimiz olmak, utanılası düşkün bir durum gibi gösterilmiş, medeniyetsizlik olarak pazarlanmıştır. Geçmişe dönmek, muasır medeniyetler(!) seviyesinden uzaklaşmak şeklinde empoze edilmiştir.
Günümüzde de benzeri bir durum söz konusudur. “Tarih, tekerrürden ibarettir.” denir. Geçmişte yaşanan pek çok durum ve olguyu bugün de sanki kopyasıymış gibi görmek mümkündür. Batı’nın giyim, kuşamına, dünya algısına, yaşam biçimine, hayatı yorumlayışına kayıtsız bir bağlılık vardır. Dil, hiçbir dönemde bu kadar yozlaştırılmamış, tahrip edilmemiştir. Sokaklar, yabancı tabelaların işgalindedir. Gençler, kelime fakiridir. Okuma oranının çok düşük olması da ayrı bir problemdir. Düşünmeyen, duymayan, sorgulamayan, sadece haz odaklı, hedonist bir tavır bedenlere hakim olmuştur. Avrupa’ya körü körüne bir hayranlık yeniden peyda olmuştur. Gençlerimiz, bir an önce ülke dışına gitmenin ve orada yaşamanın hayalini kurmaktadır. Kendisini çok iyi yetiştirip ülkesine hizmet etmek, katma değer vermek yerine rahat, konforlu bir hayatın peşine düşmüştür. Geçmişte ülkü, ideal peşinde koşan ülke sevdalısı gençlik yerine bugün bunlardan tamamen beri bir gençlik var olmuştur. Yine de umutsuz değiliz. Çok zeki olan ve dijital çağın gerekleriyle doğan ve kuşanan bu gençlik sınanacak, zor bir imtihandan geçecek fakat çok bilinçli ve güçlü bir şekilde varlığını inşa edecektir. Buna imanım tamdır.
Tüm medeniyet değişimleri insanımızın kafasını karıştırmıştır. Çok kültürden beslenmek, çok yönlülük, farklı bakış açıları, farklı dünya algıları bir zenginlik olsa da sağlam bir kimlik sahibi olmayı gerektirir. Önce kendi kültürünü, inancını, değerlerini çok iyi tanımak ve özümsemek gerekir. Kendini bilmeden başkalarını tanımak maalesef yolumuzu kaybettirebilir. Hareketli bir dönem olan Cumhuriyet’in ilk yılları; özüne dönmeyi isteyen, çağdaş ve muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı arzulayan, genç, dinamik aydınlarımız(!)ikilemde kalmış, kimlik arayışının sancısını çekmiştir. Hala günümüzde bu buhran ve kafa karışıklığı devam etmektedir. Özellikle sosyal medya ve dijital ortam gibi enstrümanlar etkin olmakta ve subliminal mesajlarla gençlerimizi yönlendirmekte, algı yönetimiyle genç dimağlarına nüfuz etmektedir. Kendimizi tanımadan, bilmeden kendimiz olarak var olmamız mümkün değildir. Mevcut ahlak ve insan kalitesi sorunumuzu başka türlü aşmamız mümkün görünmemektedir. Ruh, beden ve akıl sağlığı yerinde nesiller yetiştirmek ancak bu şekilde mümkündür. İslam’la en güzel şekilde hayat bulan yüce vasıflarımızı milletimizde yeniden diriltmeliyiz. Töre’yi yeniden inşa etmeliyiz. Avrupa’nın Medeni Kanunları, Ticaret Kanunları, Sosyal Kanunları yerine kendi inanç ve kimliğimizden beslenen kanunlar yeşertmeliyiz ya da Ticaret Kanunu’nu Almanya yerine İsviçre’den; Medeni Kanunu, İsviçre yerine Almanya’dan almak gibi yenilemeler yapmalıyız. Osmanlı arşivlerini çok iyi tarayıp her alanda oradan faydalanmalıyız. Kendi aydınımızı yetiştirmemiz, çoğaltmamız gerekmektedir. Cemil Meriçlerin, Ahmet Hamdi Tanpınarların, Attila İlhanların, Nurettin Topçuların, Ali Fuat Başgillerin, Mehmet Kaplanların, Nuri Pakdillerin, Yahya Kemallerin, Sezai Karakoçların sayısının artması, milli bir seferberlik olmalıdır. Okullar, üniversiteler, medya, toplum olarak topyekun bu mücadeleye dahil olmalıdır. Özellikle medya kanadında algı yönetimini yıkmak ve süreci doğru yürütmek büyük önem arz etmektedir. Onların donanımına sahip değerleri yetiştirmek ilk vazife olmalıdır. Yol gösterici doğru rehberler, pusulalar, rotalar olmadı mı ülküye, hedefe, menzile-adı her ne olursa olsun- ulaşmak mümkün değildir. Necip Fazıl’ın dediği gibi, “yeni kurbağa diliyle” iyi bir chek-up’a ihtiyacımız olduğu muhakkaktır.
RASİM USTAOĞLU - EĞİTİM YÖNETİCİSİ
DIĞER HABERLER
-
Kimlik Buhranı
27 Ağustos 2025, 05:53 -
Eğitim için bir aradayız!
26 Ağustos 2025, 22:58 -
Sen de mi, Brütüs?
26 Ağustos 2025, 07:54 -
En İyi Eğitim Yöntemi : TESLİMİYET
26 Ağustos 2025, 07:33 -
MEB duyurdu: Okullarda yeni dönem başlıyor
25 Ağustos 2025, 07:01 -
Marmara Üniversitesi Ziyareti
25 Ağustos 2025, 06:54 -
Yeni Bir Başlangıcın Heyecanı: Okula Dönüş
25 Ağustos 2025, 06:20 -
Normal Olmak Neden Zordur?
24 Ağustos 2025, 06:35 -
GİBİ Serisi 3 - Geleceğin Eğitimi, Eğitimin Geleceği, Öngörüler
23 Ağustos 2025, 07:17 -
Nasıl Kitap Okuyalım?
23 Ağustos 2025, 06:49