“İNANMAK” ÜZERİNE 20 Aralık 2025, 08:08
İtiraf etmeliyim ki Tanrının varlığına dair aradığım tüm deliller öne sürdüğüm tüm akli ve bilimsel postülalar, O’nun varlığına inandığım için bulmak istediğim kanıtlar. Açıkçası bu delillerin hepsi, inanmaya ulaşmak için değil, zaten inandığım için kullandığım argümanlar.
Bu inanç bir apriori veya bir ön kabul olarak kabul ettiğim, uzun bir süreçle ilgili nesnel bir tin yani toplumsal bir insiyak/toplumsal bir içgüdü olarak gördüğüm yadsıyamadığım bir gerçek.
Fakat itiraf etmelisin ki senin de Tanrının yokluğuna dair aradığın tüm argümanlar, öne sürdüğün onlarca akli, bilimsel ve evrimsel postülalar, O’nun yokluğuna inandığın için bulmak istediğin kanıtlar değil mi? Yani evrenin ve tüm varlıkların yaratıcısı ve yöneticisi olduğu iddia edilen bir Tanrısal güce inanmamak ta, aslında senin bir ön kabulün hatta senin bir inancın değil mi?
Öyle ise her şeyden önce seninle “bir Tanrıya inanmak (teizm) inancını” veya “bir Tanrıya inanmamak (ateizm) inancını” konuşmamız gerekir.
Yani öncelikle inanmanın bizzat kendisini, ardından da inanç sahibinin yani var diyenlerin veya yok diyenlerin iddialarını.
Gerçekten -istesek de, istemesek de içinden çıkamadığımız-, tabiatımızın derinliklerine kodlanmış olan “inanmak” denilen bu psikolojik tavır neyin nesidir?
Evvelen inanmak için, “Bir şeyi doğru, gerçek olarak kabul etmek” şeklinde bir tanımlama yaptığımızda, o şeyin doğru ve gerçek olduğunu kanıtlamak için, belgelemeye ihtiyaç duymaksızın kabul edip tasdik etmek yeterlidir.
Saniyen “Bir şeyin “doğru olduğunu sanmaktır”, şeklinde bir tanımlama yaptığımızda ise, inanmanın bir sanı olduğunu, sanmanın ise karşıtının da olasılığını düşünmekle birlikte, bir şeyin şöyle ya da böyle olduğuna veya olabileceğine kâni olmak olduğunu söyleyebiliriz.
Salisen “Bir varsayımdır veya bir varsaymadır”, şeklinde bir tanımlama yaptığımızda ise inanmanın deneyle kanıtlanmamış olmakla birlikte kanıtlanabileceği umulan, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen kuramsal bir düşünce veya bir önerme olduğunu söyleyebiliriz.
Çok küçük yaşlardan beri bize öğretilen kelimelerin anlamlarına, annemizin ve babamızın iyi ve kötü namına ezberlettikleri cümlelere, bilimsel gerçekler olarak okullarda öğretilen konulara, şahit olmadığımız halde geçmişte yaşanmış tarihi olaylara (!) inandığımız gibi yani.
O yüzden insan türü, bilen bir varlık olmaktan önce inanan bir varlıktır. Veya diğer bir ifadeyle bir şeyin mahiyetini araştırıp öğrenmekten çok, güven duyduğu insanların veya kaynakların söylevlerine itibar eden, onların söylediklerini sorgulamadan kabul ve tasdik eden bir varlıktır.
Aslında her türlü insani eylem inanmaya yani emin olma haline ulaşmak için yapılır. Bir şeyin varlığını veya oluşunu görmek veya kulağımıza gelen bir sesi işitmek, bilimsel bir gerçeği nedenleri ile kavrayıp bilmek, hislerimizle ulaşamadığımız soyut hakikatleri akılla idrak ederek anlamak gibi tüm eylemler “bilme” olgusunu gerçekleştirdikten sonra inanma aşamasına geçebilmek için yaptığımız eylemlerdir.
Öyle ki “İnanma” eylemi hayatın en az problemle devam edebilmesi için bütün insanlar tarafından yaşatılan nesnel bir kabuldür, toplumsal bir içgüdüdür. Çünkü dünyada konuşulan bütün dillerden inanma veya türevlerini çıkarsanız bile, inanma/güvenme/kabullenme/tasdik etme tavrı insan varlığı devam ettiği müddetçe insan zihninden, belleğinden ve duygularından söküp atılması imkânsız olan insani/fıtri bir tavır olmaya devam edecektir.
Sonuç itibariyle yapılması gereken şey inanmayı ne sözlüklerden, ne insan zihninden ne de bizzat insan hayatından atmak değildir. Yanlışlanabildiğinde bilimsel bir hakikati nasıl daha doğrusu ile değiştirmekten çekinmiyor isek; başta Tanrı inancımız olmak üzere inanmanın konusu olan her şeyi olabildiğince daha nesnel ve daha mütevazı olarak düşünüp yeniden temellendirip doğrulamak zorundayız.
Akıl insanı düşünme ve anlama eylemine, inanma ise güvenme ve kabullenme eylemine ulaştırır. Diğer bir ifade ile düşünme, anlama ve kavrama ile gerçekleştirdiğimiz bilme olgusu aklın bir fonksiyonu iken, güven duyma ve kalbî kabullenme yani itminan içinde olma, imanın/inanmanın bir fonksiyonudur.
Bilmenin nesnesi olan gerçek bilgi bizi kesinliğe yani Kuran’ın tabiri ile ilme götürür, ilim de bir emin olma, güven duyma ve kabullenmeyi gerektirir buna da inanma yani iman etme hali dememiz pek ala mümkündür.
Hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şeyin ardına düşmenin akla ters geldiğini çok rahat bir şekilde söyleyebiliyor isek, aynı rahatlıkla imana da ters geldiğini söyleyebiliriz.
NACİ BEKTAŞ - EĞİTİMCİ YAZAR
DIĞER HABERLER
-
GÖNÜLLERİN BAHARI: ÜÇ AYLAR BAŞLIYOR
20 Aralık 2025, 08:29 -
“İNANMAK” ÜZERİNE
20 Aralık 2025, 08:08 -
ÜÇ AYLAR ve REGAİB GECESİ
18 Aralık 2025, 07:47 -
Vefa’m ve Reyyan’ıma
18 Aralık 2025, 07:44 -
Maarif Vakfı 5. İstanbul Eğitim Zirvesi’nin Ardından- Bilgide, Eğitimde, Teknolojide Dekolonizasyon İhtiyacı
18 Aralık 2025, 07:43 -
ANTALYA İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ ZİYARET
10 Aralık 2025, 17:30 -
Modern Çağın Dilencileri
09 Aralık 2025, 07:14 -
Ara tatil, sadece bir tatil mi?
08 Aralık 2025, 10:05 -
ÖZKURBİR Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Dayıoğlu, İstanbul Mahir Okullarını Ziyaret Etti
07 Aralık 2025, 16:58 -
Kurumsal Tiyatro
07 Aralık 2025, 07:30

