FUAD ile İRADE EĞİTİMİ 29 Aralık 2025, 11:03
Fıtrata Uygun Ahlaki Duygular ve Değerler ile İrade Eğitimi - İnsanı Tanımak ve İnsana Uygun Eğitimi Düşünmek/Tasarlamak
İnsan yavrusu dünyaya gelince başlayan ömrünü “akış” halinde “meşguliyetlerle” sürdürür. “Rüştüne/erginliğine” ulaştıktan sonra kendi özel/cüzi iradesiyle kararlar vermeye başladığında yüzleşeceği/karşılaşacağı gerçeklikler/hakikatler, dünyanın “manzarasının” hiç de beklediği gibi olmadığını gösterecektir muhtemelen. Bildiğin/Beklediğin Gibi Değil (Ek : 1).
Maddi gelişimin, kalkınmanın, üretimin-tüketimin, maddi tatminin ve refahın öneminin öncelik kazandığı, buna karşılık manevi gelişimin, ahlaki duyguların, fıtri özelliklerin, yaratılma amacının ve var olma süreçlerinde verilenlerin öneminin ve etkisinin görmezden gelindiği, ihmal edildiği, hatta bunların tersine gidişatın özendirildiği ve önünün açıldığı süreçten aslında dünya sistemi de ciddi kaygı duyuyor. Savaşların, çatışmaların, terörün, zorbalığın, istismarın, şiddetin yaygınlaşmasının yanında; insanlarda güvensizlik, umutsuzluk, mutsuzluk ve toplumda huzursuzluk da artmakta. Bir yandan zenginlik, bolluk, refah artarken bir yandan da yoksulluk/yoksunluk, haksızlık, adaletsizlik ve dengesizlik artarak büyümekte. Bilim ve teknoloji ile çok hızlı ilerlemeler sevindirirken, insanların ve toplumların doyumsuzluğu ve bağlı olarak azgınlığı, çılgınlığı, şımarıklığı ve beraberinde gelecek ile ilgili endişeleri çoğalmakta (Ek: 2- Gelecek Öngörüleri…GİBİ). Seküler görüşlere sahip önemli bilim insanlarından Habermas’ın (..) Almanya’da yılın yayıncısı seçildiğinde düzenlenen bir törende yaptığı konuşmasında dediği gibi; “günahın yerini suç aldıktan sonra bir şeyler değişti!”
İnsan, önümüzdeki dönemde, bu “bolluklar/çokluklar” dünyasında da karşısında birçok yeni sorunlar, hastalıklar, savaş, bollukların dağıtımında ki haksızlıklar ile karşılaşacak gibi. Kendine ve kurduğu sisteme “yabancılaşma”, çevreyi ve sağlığı bozma vb. durumlarla da karşılaşacak ve bu sorunların artarak devam etmesinin beraberinde insan dijı̇talleşmenin ve “yapay zeka” gibi teknolojı̇lerı̇n sağlayacağı “konfor”, hız, kolaylık ile de sınanacak gibi görünüyor. Oluşacak yeni yaşantı alışkanlıkları ve sosyal düzen hayatın/yaşantının her alanında ve her aşamasında yeni argümanları (bakışaçıları), yöntemleri geliştirerek çözüm aramaya ihtiyaç duyacak ve insanoğlu yeni bambaşka “felaketler” ile yüzleşecek gibi.
Başta eğı̇tı̇m olmak üzere insanın yaşadığı her alanda önemli değişikliklerin olması bekleniyor ki, bu değişimin eğı̇tı̇mı̇ dolaylı da büyük oranda etkileyeceği de belli. Bu etkenlerin her birinin birçok olumsuz etkı̇lerı̇ halen yaşanıyor ve yaşanmaya devam edecek, ama umudun kaybedilmemesi de gerekiyor. Çünkü “doğa/tabiat” ve insan, yeryüzünü imar, inşa, imal, ıslah etme görevi ve yeteneği sayesinde kendini koruyacak bir “işlevi” her zaman bulmuştur, yine bulacaktır eğer zamanın sonu gelmediyse. Çünkü insanın bu dünyaya geliş amaçlarından en önemlilerinden birisi de budur, yeryüzünü imar, inşa ve ıslah etmek.
Bu gidişatın sonucunda olabilecek tehlikeleri fark edenler yeni arayışlar içine girerken, sorunun kaynağının tespitinde ve çözüm önerilerinde çok çeşitli yöntemler ve teknikler ile bakış açılarını genişletiyorlar. Sorunların eğı̇tı̇m yaklaşımlarındaki yanlışlar ve eksiklerden kaynaklandığını iddia edenler, örtük/giydirilmiş eğitim programları ve “fırsat eğitimi” yöntemleriyle ihtiyaç hissettikleri ya da eksikliğini gördükleri değerler eğitimi, karakter eğitimi, irade eğitimi, ahlak eğitimi, moral/etik eğitimi vb. adlar ile programlar, projeler hazırlıyorlar. Bunların yanında bilimsel gelişmeleri ve ürettiği teknolojiyi, son dönemde yapay zeka aracını da kullanarak “yeni” programlar geliştirip uygulayarak büyük bir hevesle eksikleri tamamlamak, yanlışları düzeltmek çabası içindeler.
Bu programları geliştirip uygulamaktaki niyetin iyiliği elbette çok önemli, ama bilimin hızlı gelişiminin ürettiği yeni bilgiler, veriler ve bunlarla üretilen teknolojik gelişmelerin getirdiği yenilikler ile ortaya çıkacak yeni fırsatları da iyi değerlendirmek gerekiyor. Bunun için modern pedagojinin kazanımlarından olabildiğince yararlanırken, içerik ve anlayış konusunda geleneğin kadim hikmet ve irfan tecrübesinin oluşturduğu bilgeliğin de farkında olmak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü geleneğin ilim adamları, bilgeleri ve sanatçılarının insana ve insanın eğitimine dair çok esaslı ve önemli tecrübeye sahip oldukları inkar edilemez. İnsanlık olarak, özellikle Anadolu bölgesinde yaşayanlar olarak bizim geleneğimiz her konuda hazine değerinde hayli zengin tecrübeye, deneyime ve birikime sahiptir.
Anadolu da yaşayan, yaşamakta olan, yaşayacak olan insanların sahip olduğu kültürel birikim; medeniyetlerin, kültürlerin bu kavşak noktasında belki de dünyanın en “zengin” irfan ve hikmet geleneğini oluşturmaktadır. Ağırlıklı olarak Türk, Kürt, Arap, Fars kültürlerinin ve İslam Dininin etkili olduğu medeniyet, kültür ve uygarlık birikiminin yanında, en azından son 300 yıldır bilgi devrimi ile çoğalmaya başlayan, bilimsel bilgi üretimiyle devam eden modern dönem Batı Uygarlığının; doğa ve doğal bilimler ekseninde sanat ile geliştirdiği rönesans dönemi, sonrasında reformlar, bilgi devrimi ve aydınlanma döneminde gelişen diğer devrimlerle devam eden seküler kültürün de bu topraklarda bir şekilde işin içine etkin ve belirleyici olarak katıldığı da biliniyor.
İnsanlığın oluşturduğu ilk kültür ve medeniyetin beşiği denilebilecek Mezopotamya Medeniyetleri (Sümer, Asur, Akad, Babil), bir kısmı da Anadolu’yu kapsayan komşu topraklarda doğmuş, gelişmiş ve insanlığı etkilemiştir. Bu bölgede Samiler, Arapların ve İbranilerin ataları olarak Hz. İbrahim, hatta Hz. Nuh ve başka birçok Peygambere de ev sahipliği yapmıştır. Hristiyanların ve Yahudilerin ilk yayılma süreçleri de Anadolu üzerinden yürümüştür. Anadolu bu dinlerin ilk dönem dindarlarının o dönemdeki yönetimlerin baskı ve zulümlerden kaçıp sığındıkları mekanlar, “mağaralar” olmuştur.
Anadolu’nun batısında Akdeniz ve Ege kıyı bölgelerinin sakinleri Luviler, İyon Medeniyetini kurup Eski Yunan Medeniyetinin doğumunu hazırlayan Yedi Şair ve Yedi Felsefeciyi yetiştirmiştir. Güney Kafkasya bölgesinden gelen Hattiler Hitit Uygarlığını kurarken, Kuzey Suriye bölgesinden gelen Hurriler ya da Trakya bölgesi üzerinden gelen Keltler Frig Uygarlığını bu topraklarda kurmuşlardır. Roma hakimiyeti sırasında “diyar-ı rum” olarak bilinen bu bölgede Hristiyan Rumlar, Ermeniler ve Süryaniler de bu topraklarda özellikle zenaatlar konusunda dönemlerinin her mesleği için Anadolu Uygarlığının (Ek: 3) temelini atmışlar ve zengin çeşitlilikte kültürel birikim oluşturmuşlardır.
Müslüman olduktan sonra Maveraünnehir/Horasan bölgesinden Anadolu’ya göçerken
Fars/Pers/İran Medeniyetinin zengin birikimi ile de donanan Müslüman Göçer Türkler, Anadolu’da Kürtler ve Araplar ile birlikte İslam Medeniyetinin kurucu unsurları olmuşlardır. Göçer Türklerin beslendiği temel kaynaklar ve bilge Ahmet Yesevi’nin ve Anadolu erenlerinin anlayışlarının yanında, Ahmed-i Hani ve diğer Kürt bilgeler ile çok sayıda “gönül ehli” Alevi ve Sünni sanatçıların, ozanların devam ettirdiği kültürel birikim; nefesler, deyişler, şiirler, nesirler, türküler, ağıtlar ve ilahiler ile bu toprakların zengin duygusal ve kültürel birikiminin “mayasını” oluşturmuştur. Beylikler ve Osmanlı İmparatorluğu ile Anadolu hinterlandını oluşturan bölgeye İslam Medeniyetinin “mührünü” vurmakla kalmamış, Balkanlar üzerinden Avrupa ortalarına kadar bu birikimin aktarılmasına ortam hazırlamışlardır.
Bilimin, sanatın ve kültürün değer bulduğu ortamda yönetimlerin desteği ve teşviki ile bu topraklarda büyük medeniyetler kurulmuş, çok değerli öncü insanlar yetişmiştir. İbn-i Heysem, Harizmi, Ebu’l İz gibi önemli bilim insanları yetişirken, son dönemde Cahit Arf, Feza Gürsoy, Gazi Yaşargil, Oktay Sinanoğlu, Aziz Sancar gibi alanlarında önemli başarılar göstermiş bilim insanlarıyla bu gelenek devam etmektedir. İslam Medeniyetinin Müslüman Türk, Kürt, Arap, Fars unsurlarının yanında Rum, Ermeni ve Yahudi bilim insanlarının İslam Medeniyetinin önemli unsurları olarak yaptıkları katkıları da görmezden gelinemez.
Karacaoğlan’ın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” mısrasıyla ifade ettiği şiiri/türküsü, Anadolu’nun derin geleneğine ve kültürel geçmişinin zenginliklerine işaret ediyor. Bu toprakları uğrunda şehitler vererek vatan edinenler, bütün bu kültürlerin, medeniyetlerin az-çok etkilerini ister istemez taşımışlardır. Bu bölgenin insanının eğitimini tasarlayanların da bu kültürel “zenginliği” gözden kaçırmaması da gerekir kanaatindeyim.
Bunlarla birlikte Ortaçağ’da horasan bölgesinde ve Abbasilerin yönetimindeki bölgelerde Müslümanların bilimsel gelişiminin oluşturduğu aydınlanmanın ve bilimin gelişmesinin de Anadolu’nun aydınlanmasına büyük katkıları olmuştur. Ayrıca Endülüs’te oluşan aydınlığın yansımaları da olmuştur elbette. Moğol saldırılarının bu topraklardaki yıkımı çok etkili olsa da özellikle Emir Timur döneminde Müslüman bilim insanlarının yetişmesine zemin hazırlayan ortamın Anadolu’ya etkisi de inkar edilemez.
Tarih boyunca birçok farklı dönemden geçen insanlık, hızla gelen/yaklaşan geleceğe hazırlanırken, gelecek öngörülerindeki riskleri aşmak için önemli bir “sıçrama/atlama” daha yapacak/yaşayacak gibi görünüyor. Birbirinden çok farklı olan dönemlerde farklı şartlara, mekanlara, iklimlere, ortamlara uyum sağlayan, “adapte olan” insan, bu yeni dönemin şartlarına da uyum gösterecektir. “Dı̇jı̇tal Dönem/Çağ” olarak adlandırılabilecek bu yeni dönemde insanlar, eskisine göre daha fazla “seçeneklere” sahip olacak gibi. Önceki dönemlerde büyük “yokluklar/yoksunluklar” yaşayan insan, önümüzdeki dönemde, “dı̇jı̇tal” dönemde, hiç olmadığı kadar çok zengin “bolluklar/çokluklar” dünyasında, “ı̇mkan” ve “zaman” bolluğunu değerlendirme çabasında olacaktır. Temel ı̇htı̇yaçları, dürtülerı̇, istekleri, arzuları, duyguları pek değişmese de yeni “bolluk/çokluk” dünyasında bir yandan ortaya çıkan, çıkacak olan “seçeneklerden” tercih yapma ve “seçtiklerine uyum sağlama” zorluklarından kaynaklanan “sıkıntılar” ile boğuşurken, bir yandan da “insan kalmaya”, hatta “var kalmaya” çabalayacak ve bunun için de her zamandakinden daha sağlam bir karar verme gücüne, özgür cüzi/özel irade gücüne ihtiyacı olacaktır.
“Hayvan insanın” özellikleri olarak ifade edebileceğimiz İnsanın “Hayvani” Yönleri (Ek: 4) insanı “hayvandan da aşağı” seviyelere götürebiliyor. Bunların belli başlılarına Kur’anı Kerim de bazı ayetlerinde dikkat çekilirken belirtilen kan dökücü, zalim, cahil, nankör, hayrı istediği gibi şerri de isteme, iyilikten önce kötülüğü isteme vb. özellikleri olmakla birlikte, “Ademinsan” diyebileceğimiz İnsanın Doğasının/Tabiatının Olumlu Denilebilecek Eğilimleri (Ek: 5) ile insana Yaratılış sürecinde kazandırılan Özellikler (hilkat hasletleri Ek: 6) de var. Bunlarla birlikte varlık olurken kendisine potansiyel olarak öncül/ilk bilgiler diyebileceğimiz Varlık Bilgileri ya da Varoluşsal Öncül Bilgileri (Ek: 7) de bahşedilmiştir.
İnsana bütün bu özellikler “potansiyel” olarak verilmiş ve bunların bir kısmı zamanı geldikçe kullanıma “açılıyor”. İnsan, Yaratılma sürecinde kendine “potansiyel” olarak verilen “rehinlerin”, emanetlerin gereğini yapmak, en azından verilenler için verene şükretmek, dua ederek bu dünyaya geliş/gönderiliş amacını (Ek: 8) gerçekleştirmek durumundadır (Furkan (25/77): “De ki; ‘Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki? ...”). Yunus Emre’nin, “Yunus Sen Bu Dünya’ya Niye Geldin?” sorusunu kendine sorduğu, “Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında” şiirinin/ilahisinin sözlerini ve İsmet Özel’in açıklamasını da Ek: 8’e aldım.
İnsan yavrusuna “yaratılma sürecinde” daha doğmadan önce verilen, bu dünyaya geldikten sonra da kullanmaya “bilinçdışı” ile devam ettiği, daha sonra bilinci oluşunca bilinçli olarak geçireceği ömrünü “varoluş amaçlarına” uygun olarak geçirmesine yardımcı olacak birçok Mirası “Özünde/Cevherinde” (Ek: 9) taşıdığı iddia edilir. Bunların görünmeyen “gizli hazineler/defineler” olduğu, bunların ceviz meyvesinin, karpuz çekirdeğinin ceviz ağacının ve karpuzun tüm özelliklerini taşıması gibi taşıdığı şeklinde örnek verilir. Yaşadığı hayat ile “varolma sürecini” tamamlayıp olgunluğa/kemale ulaşacak insan, bu süreçte bir yandan ölümünden sonra yaşayacağı yeni bir hayatın hazırlıklarını yaparken, yaratılma sürecinde verilenlerin/bahşedilenlerin de farkında olursa bu farkındalık ve hazırlık onun zihnini daha “donanımlı” kılacaktır. İnsan yavrusunun annesinin “rahminde” geçirdiği sürecini de doğduktan sonra dünya hayatında geçireceği ömrüne bir hazırlık süreci olarak yorumlayan görüşler de var. Aslında rahimde geçirdiği bu süreç, doğumun biraz erken gerçekleşmesini gerektirdiğinden, doğan bebeğin bakım/destek sürecinin biraz daha uzun sürdüğü görüşü de ileri sürülür.
Varlık olarak görünür ve görünmez, maddi ve manevi birçok özellik, nitelik, vasıf, haslet ile donanan insan, doğumla geldiği dünya yaşantısını/hayatını sürdürerek geçireceği ömründe bu donanımları kullanır. Bu “donanımları” kendisine veren Yaratıcı, bunların işletiminde görünmez varlıkların “cisimleşmiş sembolleri, modaliteleri olarak Melekleri ve Ruhu (Ek: 10) görevlendirir ve bu sayede insan görünmez “potansiyel” özelliklerini yeri ve zamanı geldikçe, verilen desteklerin de yardımıyla kullanır. “Meleklere tutunarak bu yangından kurtulabiliriz!” diyen ne güzel söylemiş.
İslam Dininin “melek” anlayışı, “ruh” anlayışında da olduğu gibi Eski Yunanın, Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin “melek” anlayışlarından, onlara cinsiyet ve tanrılık atfeden anlayışlarından tamamen farklıdır. Şair Rilke ( ), övgüyle bahsettiği “Ağıtlar” ve “soneler” deki “melek” figürünün, eleştirdiği kendi dini olan Hristiyanlığın değil, Müslümanların Görünmez Varlıklar ile ilgili Melek anlayışına daha çok benzediğini özellikle vurgular Müslümanların Melekleri (Ek: 11). Rilke’nin bu yazısında “ölüm” konusunda da bu dünyada görünür olan varlığın, “görünmez” olarak bir “başka dünyada” varlığını devam ettirdiği görüşü de ilginç ve üzerinde düşünülmeye değer. Ölen bir arkadaşının (Michele Besso )hanımını teselli etmek için Aynştayn’ın Yazdığı Mektupta geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrımın inatla bizi bırakmayan bir “yanılsama” dan ibaret olduğunu ileri sürdüğü ZAMAN konusunu Fizikçilere göre açıklarken (Ek: 12), ölüm konusunda da Rilke’nin görüşlerine benzer bir yaklaşımının olduğu görülür.
Karanlık Madde, Karanlık Enerji, Kara Delik (Ek: 13) vb. birçok kavram var ki modern bilim bunların varlığını kesin olarak açıklayamasa da bunlar kendilerini bir şekilde hissettiriyor ve varlıklarını belli ediyorlar. Bunun için bunlar “karanlık” olarak ifade ediliyor ki, gelecekte belki bunlar da kendilerini bize daha da “açacak”. Modern Teorik Fiziğin, Kuantum Fiziğinin önünü açan Heisenberg’in (1901-1976) Belirsizlik İlkesi (Ek: 14), zihnimizin dışında var olan, gerçek/hak olanları tam olarak bilemeyeceğimizi, tanımlayamayacağımızı, dolayısıyla gerçek/hak olan maddenin ve diğerlerinin bize kendilerini tam olarak “açmadığı”, buna izin vermedikleri için bunları tam olarak ölçemediğimizi kuantum fiziğinin yasaları ile gösteriyor. Bunlara felsefecilerin yorumu ise, belirsizlik “ontolojik (varoluşsal)” dır, insanın “sınırlarını bilmesinin” gerektiğidir. Zihnimizin sınırlarını da aşan gerçekler/haklar var halen bilmediğimiz, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz. Ancak, bunları aramak, anlamak, bulmak için sürekli çabalamamız, arayışlarımıza devam etmemiz gerekiyor. Hakka/Gerçeğe ulaşma arayışında “olmak”, hakikati/gerçekliği “bulmak” kadar önemlidir. Geleneğin meşhur bir deyimi var bu konuda; “Aramakla bulunmaz, ama ancak arayanlar bulur!”. Teorik Fizik konularında beni bilgilendiren, aydınlatan Prof. Dr. Oğuz Doğan hocama minnettarım, Allah razı olsun.
Bütün bu ortam ve şartlarda yaratılış özellikleri ve varoluşsal öncül bilgiler olarak kendisine potansiyel olarak verilen emanetleri, rehinleri kullanacak insana Yaratıcısı iyiliklerin ve iyilerin “cisimleşmiş sembolleri” (cisim, madde değil, maddenin modalitesi) olan “melekler” ve “ruh” ile sürekli destek olur. Roger Sctuton’un ( ) İnsan Doğası Üzerine Kitabının 112117 sayfalarında (Ek: 15) çarpıcı bir şekilde vurguladığı gibi, iyilikleri engellemeye çabalayan, “şer” kavramı ile ifade edilen, şerrin ve kötülüklerin “cisimleşmiş sembolü” olan “Şeytan/İblis” (Ek: 16) devreye girer. Bunu kendine bir görev olarak gören “İblis/Şeytan”, tüm çabasını insanları şaşırtarak/saptırarak (dalalet), insanın kendi cüzi/özel iradesini zayıflatarak gittikleri iyi/doğru “yoldan” çıkmalarını, uzaklaşmalarını ya da o yola bir daha dönmemelerini sağlamak, dönmelerini engellemek için harcayacaktır. Hatta insanın dosdoğru yolda gitmesine destek olacak iyiliklerin kaynağı görülen yaratılış özelliklerinin, fıtri özelliklerinin, varoluşsal bilgilerin ortaya çıkmasının bile önüne geçmeye, bu işler ile görevli meleklerin, ruhun ve insanın görevlerini yapmalarını engellemeye çalışacaktır bu “şer odakları”.
Görünmez Varlıklar olan meleklerin, ruhun ve cinlerin, iblisin/şeytanın aslında insana karşı yaptırım gücü, kuvveti yoktur. Cinlerin Müslüman olmayanlarından olan İblis/Şeytan, şer işlemek ve kötülükleri yapmak için etkilediği insanlardan ve sistemlerden dost, arkadaş, taraftar, yardımcı, asker bulup onları da devşirerek kullanır. Ancak insanlar da başta annebabalarının çabasıyla, kendilerine bir emanet olarak verilen çocuklarını bu şer ve kötülüklerin olumsuz etkilerinden korumak için önlemler almaya çalışacaktır. İçinde yaşadığı toplum ise oluşturduğu çevre şartlarını düzelterek, kurduğu eğitim-öğretim kurumları ve yetiştirdiği eğiticileri ile insan yavrusuna destek olmaya çabalayacaktır.
İnsan, yaptığı ve yapacakları için ihtiyacı olan “enerjiyi” kendisine verilen Güçler ve Kuvvetler (Ek: 17) ile karşılar. Bu dünyaya gelen insan anne-babası dahil yakın çevresi arasına/içine doğar ve bunların hiçbirini kendisi seçerek belirlemediği gibi, bütün bu miraslara, donanımlara, kazanımlara çalışarak da sahip olmamıştır. Doğası gereği topluluk halinde yaşaması gereken insan, yine hazır bulduğu bir topluluğun kültürel birikiminin oluşturduğu zeminde, çevrede sosyalleşmek durumunda kalır. En yakın çevresinden, yakın-uzak akrabalarından, komşularından, hemşerilerinden, milletinden, ulusundan ve onlarında içinde bulunduğu kültürden, uygarlıktan, kendi medeniyetinden ve diğer medeniyetlerden bir şekilde etkilenmek, bir arada yaşadıklarıyla iş birliği yaparak uyum halinde “geçinmek” zorundadır. Onlarla iletişim ve etkileşimlerde bulunurken iyisiyle, kötüsüyle çok farklı kesimlerle muhatap olmak durumunda kalır.
Doğumla beraber ilk andan itibaren, bebeğin daha “bilinci” oluşmadan önce Bilinçdışı (Ek: 18) oluşur ve çalışmaya başlar. Bilinçdışı, “bilinçsizlik” demek değildir. İnsana verilenler sınırlı olduğundan ve “sınır” ile kastedilenin de “kabuk” ya da “dış çevre/yüzey” olduğunu anlıyorum. Beyinin “dışı” da “kabuğu, beyin kabuğu” olarak adlandırılır ve dış yüzeyi olarak bu “kabuğun” da beyinin yapısına dahil olması gibi, “bilinçdışı” da aynı şekilde “bilince” dahildir ve “bilinçsizlik” olarak görülmez. “Akıldışı” kavramının da “akılsız” anlamında değil, “aklını kullanmayan” ya da “makul değil” anlamına geldiği kanaatindeyim.
İnsanın doğasında/tabiatında bulunan donanımların, mirasların, yaratılıştan gelen varoluşsal öncül bilgilerin, yaşadığı kültürel ortamdaki sosyalleşme sürecinde de kendisine büyük yardımları olur. Başta anne-babasından ve çevresinden aldığı malumatlar, zanlar/sanılar ile oluşturduğu inançlar ve “bilinçdışı aktivasyonlar” ile hayatını sürdüren insan yavrusu, bu inançlarını bilgiye dönüştürdükçe ya da bunların doğruluk yüzdelerini arttırdıkça daha güvenli bir zeminde “bilerek” yaşayacaktır. Bu arada Bilinci/Şuuru (Ek: 19) de oluşmaya, bilincin “sınırı/kabuğu” olan “bilinçdışının” yanında “bilinçli devinimler/aktiviteler” ile bildiklerini, davranışlarını, duygulanmalarını, fiillerini, eylemlerini ortaya koyar.
Beyinin gelişmişliğinde zihnin ürettiği bir “yan ürün” olarak bilinç/şuur, kişinin hareketlerinin, eylemlerinin, davranışlarının farkında olma ve bunları yönetebilme gücü ve yeteneğidir. İnsanın gelişebilen yönünü yönlendirdiği gibi, kendi dışındakilerle, başkalarıyla iletişime ve ilişkiye geçebilmek için kurulan benlik/kendilik modelidir. Ben-sen ilişkisi bilgiyi doğurduğundan bilgi, “ben” in ötesinde “seni” bulma ve “sen” de “o” nu doğrulamaktır. Ben eğer sana seslenemiyor, seni tanımıyorsa, eylemek, davranmak, harekete geçmek ancak bensen bağlantısı içinde “gerçek/hak” dır ve gerçek/hak ancak bu “bağlantı” dan parlar. Bilincin kaynağının “kuantum (parçacık)” olduğu iddiaları son dönemde çokça dile getiriliyor.
İnsan, kendine verilen ve sürekli bilinçdışı devinimler, aktivasyonlar ile işleyen “destekleri” Zihninin Yapıtaşları ve Bunların İşlevleri (Ek: 20) olarak her zaman yanında bulacaktır. İnsanın DNA Yapısı ve Genetiği (Ek: 21) de, insan zihnini her yönden, özellikle Kimliğini (cinsiyet, mizaç, huy, meşrep) (Ek: 22), Mizacını (Ek:23), Kişiliğini (Ek:24), Kendiliğini, Benliğini (nefsini) (EK: 25) etkilemesi bakımından öneminin daha çok farkına varılmaktadır.
Kendisine miras olarak verilen Nörolojik Yapısı ve Beyni (Ek: 26) hakkında artan bilgiler ile birlikte çevre şartlarının ve kültürün de işin içine katıldığı temel etkenlerin daha fazla bilinmesiyle insanı tanımak ve ona uygun eğitimi tasarlamak, kurgulamak daha verimli ve doğru olmaktadır.
İnsan beyninin yapısı ve işleyişi en geniş anlamda insanın bilişsel yönünü, duyuşsal (hissi) yönünü ve davranışsal yönünü yönetir. Modern dönemde materyalist (maddeci) yaklaşımın da etkisiyle insanın duyuşsal (hissi) yönünün beyin ile ilgisi uzun yıllar görmezden gelinse de artık bilimin ulaştığı bu seviyede, teknolojinin, özellikle görüntüleme tekniklerinin gelişmesiyle insanın duyuşsal/hissi yönünün beyin temeli inkar edilemeyecek kadar “görüntülenmektedir”. Hatta duyuşsal yönün beyinin bir ürünü olan zihinsel hayatının “merkezinde” olduğu bile iddia edilmektedir. Bütün bu destekler, donanımlar, kazanımlar ile oluşan insan zihni, beyinin ürünüdür diyenlerin haklılığı daha da artmaktadır. Modern bilimin gelişimiyle ortaya çıkan Görüntüleme Teknikleri (EK: 27) yardımıyla bu süreçteki olaylar ve olguların birçoğunun gözlendiğine, deneylerle doğrulandığına, deneyimlenebildiğine adeta “şahit” olunabiliyor ve bu imkanların yardımıyla insanı daha “yakinen” tanımak mümkün olabiliyor.
İnsanın nörolojik yapısının zihni oluşturma ve yönetme sürecinde beyindeki “limbik sistemde”, yapısal ve işlevsel değişiklikler gözleyen beyin araştırmacıları, Limbik Sistemde, beyinin her biri ayrı bir “sistem” olarak işleyen Amigdala, Talamus, Hipotalamus, Hipokampus, Singulat Korteks gibi alanlarda, yani Beyinde Duyumların ve Duygulanmaların İşlendiği (Ek:28) çok açık bir şekilde “görülebiliyor” artık.
Beyin hücrelerinin (nöron) birbirlerine “Kimyasl Sinyal (nörotransmitter)” (Ek:29) gönderdiği trilyonlarca yoldan (sinaps) giden/gelen sinyaller ile aktifleşen birçok beyin bölgesinde farklı sistemler oluşarak çalışırken eylemler, duyumlar, duygulanmalar, rasyonel düşünme, dil/lisan vb. etkinlikler de oluşur. Böylece bireysel deneyimlerle “bağlantılar” oluşturan “enformasyon” gerçekleşirken, bunların bazıları da kalıcı “hatıralar/anılar” olarak saklanır.
İnsan beyninin insanın hem Bilişsel/Düşünsel yönünü hem Duyuşsal/Duygusal yönünü hem de bedenini yönettiği, işlettiği, kontrol ettiği deneylerle de gözlenebiliyor artık (Ek: 30). Beyinin bilişsel etkinlikleri düzenlediği bilinen Korteks bölgesinin, özellikle srebral korteksin bilişsel etkinlikler yanında duygusal etkinlikleri de yönettiği bölge olduğu artık görüntüleme teknolojisinin yardımıyla görülebiliyor. Durgun ve değişmeyen, sabit bir beyin anlayışı değil, her an yapısal ve işlevsel olarak değişme (nöro plastite) özelliği olan bir beyinin zihnin her bir etkinliğinde boyut/mertebe/seviye oluşturan, ölçülebilir ve gözlenebilir bir aktivitesi ile karşılaşılıyor. Düşüncelere, eğilimlere, yönelişlere, duyumlara, duygulanmalara göre yapısal ve işlevsel değişimler gözleniyor beyinde.
İnsan zihni, “dışında (afak)” var olan nesneleri, “şeyleri”, Gerçek/Hak olayların (vaka) ve olguların (vakıa) (Ek: 31) tasarımlarını, kurgularını duyu organları ile “içine (enfüs)” alır. Aldıklarını, zaten varoluşsal öncül bilgiler olarak taşıdığı Görüntü, Ses, Tat, Koku ve Doku (kinestetik) Duyuları ile Algılayarak (Ek: 32) beyine ulaştırırken hayale, hafızaya/belleğe vb. de uğrayıp gereken alış-verişi yaparak algıladığı bu duyuları Duyum/His (Ek: 33) haline getirir. İnsan algıladıklarıyla oluşturduğu bu duyular ve duyumlar ile öğrenmeyi gerçekleştirir ki, buna Öğrenme Stilleri ya da Duyu Stilleri (Ek: 34) denir. Genelde görsel, işitsel ve kinestetik (dokunsal) öğrenme stillerinden ikisi belirgin, birisi daha silik olur her insanda. Ağrı ya da elem gibi bedenden kaynaklanan duyular da bu algılanma sürecinde Beyin Kabuğuna ulaşınca, Beyin Kabuğu bunlara insanın “iradesi dışında gerçekleşenler” olarak “anlam/mana” verir.
Zihinin, yaratılıştan var olan varoluşsal öncül bilgiler olarak “içinde (enfüs)” taşıdığı Temel Duygular (Ek: 35) vardır ve bunlarla ilgili çok sayıda tespitler yapılmıştır. Bu tespitlerden en uygununun Plutnick’in ( ) belirlediği 8 (sekiz) Temel Duygu ve “çarkıfelek” biçiminde sunduğu şema (Ek: 36) da belirtilenlerin daha uygun olduğu kanaatindeyim. Bunlar Beklenti, Sevinç, Güven, Korku, Şaşkınlık, Üzüntü, Tiksinme, Öfke olarak sıralansa da bunlara “Utanma” duygusunun da bir temel/esas öncül duygu olarak eklenmesinin uygun olacağı kanaatindeyim. İnsanın “içinde (enfüs)” uyanan İçgüdülerden/İçtepilerden (istekler) (Ek: 37) kaynaklanan Eğilimlerin (Ek: 38) de devreye girmesi ve duyumların etkisiyle bu temel/esas öncül duygulardan Duygulanmalar (Ek: 39) ve Duyuşsal Sezgiler (Ek: 40) oluşur. Bu duyumların ve duygulanmaların Bedene ya da Yüze/Surata yansımalarına da His (Ek: 41) denir. Biliş daha gerçekleşmeden; Akıl, İrade harekete geçmeden önce hızla oluşan Duygulanmaların ve Sezgilerin, oluşacak fiillere, eylemlere, davranışlara hazırlık yapılması için zaman kazandırdıkları ileri sürülür.
İnsanın yaratılışında kazandığı varoluşsal öncül potansiyellerden olan Temel Duygular ile gerçekleşen Duygulanmaları; Richard J. Davidson’un ( ) “Beyinin Duygusal Hayatı” Kitabında da ileri sürdüğü ve ayrıntılı olarak açıkladığı şekilde “her insanın kendine has/özel Duygusal Stilleri/Tarzları” ile olur (Ek: 42) ve bunların her bir insanın kendi DNA yapısında, genetiğinde, beyin yapısının işleyiş biçiminde izleri vardır. Duygusal stillerin boyutları temel duyguların farklı kombinasyonları ile oluşur ve kişiye özel duygusal “parmak izleri” gibidirler. Duygusal Stilin/Tarzın her boyutu beyinin belli bir “aktivite örüntüsüne” dayanır. Tespit ettiği 6 (altı) duygusal stil olduğunu iddia eden Richard J. Davidson, bu 6 (altı) Duygusal Stil Boyutunun, insan duygulanmalarının “asil/asıl” yönleri olarak zihinsel özelliklerinde ve beyninde nasıl oluştuğunu ve nasıl daha da geliştirilebileceğini araştırarak bulduğunu iddia ederken, bunları aşağıdaki şekilde sıralıyor:
- Dirençlilik
- Bakışaçısı
- Sosyal Sezgi
- Özfarkındalık
- Durumsal Hassasiyet
- Dikkat
Psikolojik ve nörobilimsel araştırmalar genellikle araştırmaya katılanların “ortalamasını” yansıttığından sonuçları genellikle katılımcıların çoğunluğu için geçerlidir. Oysa davranışların ortalaması çok geniş kapsamlı davranış biçimlerinin bir araya getirilmiş durumunu ifade eder ve “uç noktalar” gözden kaçırılır. Genellikle aykırı kişiler, farklı değerler için farklılıklara, aykırılıklara da odaklanmak gerekir. Çünkü duygular ile duygulanmalar en belirgin olarak bireysel farklılıklarda gözlenir ve duygusal stiller daha doğru anlaşılır. İnsan olmanın önemli niteliklerini anlamak için duygusal stilleri anlamak gerekir. İnsanı tanımak da zihni tam olarak anlamak da duyguları anlamaktan geçer. Bunun için de beyini çok iyi tanımak gerekiyor.
Duyguları dışarıda bırakan içine almayan zihin modelleri zayıf kalmış, yoksullaşmıştır, çünkü duygular zihni ve hayatı zenginleştirir. 20 yy. da artarak devam eden zihin araştırmaları ve geliştirilen ZİHİN MODELLERİ, ZEKA TEORİLERİ “USSALLIĞIN” yoğun, aşırı etkisi ve baskısı altında kalmıştır. Oysa duyguların ussallığı “yönlendirdiği”, etkisini arttırdığı gibi silebildiği ya da azalttığı da bir gerçeklik/hakikat. B.F. Skinner’in (..) biçimlendirdiği Davranışsal Psikolojinin etkisindeki Akademik Psikoloji, dışarıdan nesnel olarak görülebilen davranışların ancak “bilimsel kesinlikle” incelenebileceği düşüncesiyle duygular dahil insanın tüm iç dünyasını “bilimdışı” kabul ettiğinden, bu konularda yararlı çalışmalar uzun yıllar yapılamadı.
İnsan “davranışlarını” araştırıp inceleyen modern teorisyenler, 19. yy. da yaşayan FREUD ( ) gibi teorisyenlere farklı nedenlerle “kuşkuyla” yaklaşırlar. Freud’un, kendiliğin (benliğin, nefsin) oluşumunda cinsel dürtüye, yani “libidoya” gereğinden fazla önem veren “yaklaşımına” karşı çıkmışlar, hatta bu “Freudçu anlayışın”, 19.yy. Viyana burjuvazisinin “çok özel” kültürel altyapısından kaynaklandığına dikkat çekenler bile olmuştur.
Freud’un asıl problemi, “düşüncelerinin” kanıttan/delilden yoksun iddialara dayanması ve istatistiksel değerlendirmelere tabi tutulması ve bu yüzden de “ırkçılığı” körükleyen ideolojilerce kullanılan “frenoloji” gibi teorilerden çok az farklı olmasıdır. Bununla birlikte Freud’un gözlemleri, insan davranışının çeşitli unsurlarının “hayatta kalma” bakımından faydalı ya da faydasız olan “stratejiler” olarak görülmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. Özellikle cinsel ya da duygusal “enerjilerini” harcayacak yer bulamayan Viyanalı birçok genci ve varlıklı bayanı etkileyen “histerik felç” ya da “bayılma” olaylarını inceleyen Freud, Psikoloji biliminde “savunma” sözcüğünü üreten ilk kişiydi. Duyguların, özü itibariyle fiziksel dünyadaki “manyetizma” ya da “basınç” gibi gözlemlenebilir güçlere benzer olduğunu iddia etmiştir. Enerjinin asla kaybolmayacağını, yalnızca farklı biçimlere dönüşeceğini, bu durumun “duygusal enerji” için de geçerli olduğuna iddia eden Freud, “dışa vurulmayan” duygunun da kaybolmayacağını, yalnızca birikeceğini ve daha “üstü kapalı”, daha faydasız bir “dışavurum yöntemi” bulacağını iddia eder. Bu konuyla ilgili kurulabilecek muhtemel en yerinde benzerliği de “hızla akan bir akıntı” ile açıklamış, “akıntının yönünün” bir nedenden dolayı tıkanması durumunda, “akanın” bendini aşarak çevredeki bölgeye zarar veren bir “sel” alacağı metaforunu kullanmıştır.
Freud felç ve bayılma durumlarında ezici bir gücü olan duygulara aşırı yüklenmeyi önlemek için insanların bilinçsiz (bilinçdışı) bir şekilde “istop ettiğini” iddia etmiştir. Bunların rahatsızlıkları için fiziki bir neden olmamasına rağmen kendilerini hasta eden “durumu” aslında bir “hayatta kalma stratejisi” ya da “savunma mekanizması” olarak yorumlamıştır. Bu baygınlık ya da felcin hayatlarında neden olduğu aksamaya ve hastalığın kendilerini etkileyen belirtilerine dair ifade ettikleri “bilinçli nefretlerine” rağmen bu strateji, hastalara bir tür “bilinçsiz (bilinçdışı) hoşnutsuzluk” sağlamaktaydı. Hastalar felç ya da bayılma (bilinç kaybı) ile bu duygusal baskıyı durdurduklarında “duygusal stresleri” geçici bir süreliğine de olsa kesinti yaşamış oluyordu. Kendilerinin ve çevresindekilerin endişelerinin “odağı”, altta yatan ve düşünülmesi çok rahatsız edici olan “duygular” değil de bu “hastalık” oluyordu. Bunun yanı sıra “üzerlerine titreniyordu” ve hastalıklı olarak “muamele” görüyorlardı. Yani günlük hayatlarında eksikliğini çektikleri sevgi, şefkat ve ilgiyi elde etmiş oluyorlardı. Böylece görünürde anlaşılması güç, rahatsız edici ve faydasız olan bir stratejinin nasıl bir amaca hizmet ettiği görülebilir.
Daha sonra Freud’un kızı Anna FREUD ( ) gibi birçok psikanalist, Freud’un “Teorisini” daha ileriye taşıyarak, insan davranışında tamamı güçlü ve rahatsız edici “duyguları” önleme amacına sahip olan 10 kadar “savunma mekanizması” olduğunu iddia etmişlerdir. Bu “mekanizmaların” da en az önlemeye çalıştıkları “sorunlar” kadar, hatta daha da fazla “soruna” neden olabildiği de iddia edilenler arasındadır.
Freud’un Psikoloji biliminde çok önemli olan bu görüşlerini, bir müddet beraber çalıştıktan sonra ayrılarak yeni bir yol tutturan Carl Gustav Jung (?) olmuştur. Jung, Freud’un felsefeyle ilgilenmemesini onun eksikliği olarak görürken, sorunların kökenine “cinsel dürtüleri”, libidoyu koymasının da yetersiz olduğunu iddia eder. İnsan kişiliğinin büyük oranda tarihi şartların, anne-babanın ve aldığı eğitimin etkisiyle şekillendiğini iddia eder. Ebeveyn de önyargılıdır ya da tarihin oluşturduğu fikirlerin etkisindedirler ki bu da Psikolojinin belirleyici özelliğini oluşturur. Bir insan sadece bugünün ya da geçmişe ait değil, muazzam bir çağın, çağının parçasıdır.
BİLİNCE girmeden “BİLİNÇLİ DUYUMLAR” meydana getiren ve çoğunun ne olduklarını bilmediğimiz AKTİVİTELER, “ZİHİNSEL GÖRELİLİK” oluştururlar ki, aslında ZİHNİ “İŞLETEN” de bunlardır. Oysa biz onların (aktivitelerin) belki de pek küçük bir kısmını dış dünya ile temas kurduklarında, DUYULUR TASARIMLAR (algılar) ile bize geri geldiklerinde tanıyabiliyoruz. BİLİNÇDIŞI ve İRADEDIŞI EYLEMLER kendi başlarına BİLİNCE giremezler, ama bilinçli eylemlerin işleyişine katılırlar. Böyle “KENDİLİĞİNDEN DEVİNEN” çok sayıda “etken” vardır ki, bunlar ZİHNİN “İŞLEYİŞİNİ” sağladıkları gibi, işleyişe de “sessizce” katılırlar. Bu AKTİVASYONLARIN/AKTİVİTELERİN yeri “BİLİNÇDIŞI” dır.
“BİLİNÇDIŞINI ‘BİLİNÇ’ haline getirmediğin sürece o (bilinçdışı) senin YAŞANTINI/HAYATINI “YÖNLENDİRECEK” ve sen buna “KADER” diyeceksin!” diyen Jung; bu yüzden “kendimizi kendimizden bile saklamaya” çalıştığımız, göstermek istemediğimiz İMAJLARIMIZA, “GÖLGEMİZE” dikkat çeken Jung, “gölgenin” aslında BÜYÜME ve ÖZGÜRLÜK için çok büyük bir potansiyel (durgun enerji, güç) taşıdığını iddia ederken; “HAKİKAT/GERÇEKLİK insanın dışında (afak) değil içinde (enfüs) dir. Kendi “gölgene” bakmadan, duygularını anlamadan, seni yöneten arzularını tanımadan sen sadece bir “maskesin” der.
Toplam DÖRT TEMEL “ARKETİP (başlangıç, köken)”, İLK ve TEMEL ANA MODEL olduğunu ileri süren JUNG ( ), bunları aşağıdaki şekilde sıralar:
- MASKE (persona): DIŞ dünyaya karşı “takılan” MASKELER ile çevreye uyum sağlamak, toplum tarafından kabul görmek, sevilmek, kıymetli olabilmek benzeri amaçlar gözetilir.
- GÖLGE: Kabul edemediğimiz için BİLİNÇDIŞIMIZA “ittiğimiz”, “bastırdığımız” İSTEKLERİMİZ, ARZULARIMIZ, HATIRALARIMIZ, “YARALARIMIZ” vb. ZAAFLARIMIZ/ZAYIFLIKLARIMIZ “KENDİMİZİ”, ZİHNİMİZİ tanımakta bizi yanlışlıklara götürür.
- ANİMA/ANİMUS: Erkeklerde “DİŞİLİK”, kadınlarda “ERKEKLİK” duygu ve düşüncelerinin bulunmasını GİZLEMEYE/BASTIRMAYA yönelik eğilimlerin neden olduğu yanılgılar.
- SELF ARKETİP: Onaylanmak, kabul görmek gibi nedenler ile “BENLİK/NEFS özelliklerinden vazgeçebilmek ya da neden olanları “BİLİNÇDIŞINA” atabilmek.
Her insanın “psişesinde (maneviyatında)” kişisel olmayan bir “katman” olduğuna, yani “kolektif bilince” dikkat çeker. Psikolojik yapının “sabit” olmadığını, hayatın “akışı” içinde onun da değişeceğini savunur. Şeylerin gerçekliği/hakikati ile sık sık uyuşmazlık içinde olur. Rüyaların etkisinin önemine dikkat çekerken histeri, erken bunama vb. akıl hastalıklarının bir insanın kişiliğinin “psikozu” olduğunu ileri sürerken benzer “hastalıkların” etkisine de vurgu yapar. 10-11 yaşındayken varoluşunu bilme sürecine girdiğini, “Ben BENİM” diyerek bu konudaki farkındalığını açıklar. 1959 yılında kendisiyle yapılan video çekiminde (????) sorulan bir soruda, “çocukluk-gençlik döneminizde “inançlı” bir kişi olarak tanınıyorsunuz, peki şimdi de Tanrıya inanıyormusunuz?” sorusuna cevap verirken; “Cevaplaması zor, ama BİLİYORUM. İnanmaya ihtiyacım yok, BİLİYORUM” diyerek aslında “bilme hiyerarşisinde” bilmenin inanmaktan daha üst düzeyde olduğuna da dikkat çekiyor kanaatimce. “Bilmek”, en çok da inananlara hem gerekir hem de yakışır (Şaban Teoman Duralı Hocamı rahmetle anıyorum bu konuda bana kazandırdıkları için)
Zuhruf (43/86): “Onların Allah’ı bırakıp da yalvarıp durdukları şefaat (yardım etme) gücüne sahip değildir. Ancak BİLEREK HAKKA ŞAHİTLİK edenler bunun dışındadır”.
İnsan zihninin işleyişi gözlemlediklerinde zihinsel yetileri milyonlarca yıllık “seçici bir evrim sürecinin” zirvesi olarak görür evrimi temele alan bilim adamları. Bu bakış açısıyla BİLİNÇ, HAYAL kurma ve hatta depresyon gibi farklı zihinsel olguların bile bir “evrimsel amacı” olduğu iddia edilir. İddiaya göre bu olgular hayatta kalmaya yardımcı olmak için ortaya çıkmıştır. Bu olguların modern dönemde arzulanabilir şeyler olarak kalması değişen koşullar altında bu amaca hizmet etme konusunda zihnin devam eden yeteneklerine bağlıdır. Bu nedenle depresif eğilim ve saldırganlık gibi özellikler günümüzde daha çok “problem” olarak etiketlenebilmektedir.
Her ne kadar “ikna edici” bir “görüş” olsa da bu görüş insan davranışının büyük bir bölümünü açıklayamamaktadır. Çünkü her gün biz insanlar var oluşumuza uzaktan yakından faydası olmayan şeyler söyleriz, düşünürüz ve amacımızın tam tersine hizmet eden eylemler gerçekleştiririz. Konuyu anlamamızda büyük edebiyatçı yazarların oluşturduğu kurgular ve verdikleri örneklerin de büyük yardımı olacağını ileri süren Robert Winston; William Shakespeare (….), Chaucer (…), Montaigne (…), Dostoyevski (…), Chiriston Marlowe (…), Ben Jonson (…) vb. edebiyatçı yazarların eserlerindeki “kurgular/tasarımlar” dan bu konuda birçok yardım alınabileceğini iddia eder. Mesela insan zihninin işleyişini en iyi anlatanlardan biri olan Shakespeare’in insan bilincinin her yönünü sürekli olarak betimleyen karakterleri ile ağlarız, güleriz, korkarız. Tüm bunların nedeni de yazarın (Shekspir) “sezgisi” dir. Karakterleri “karikatürleştirmeden” en gerçekçi haliyle “canlandırmıştır”.
İnsan zihninin genişliğine ve kapsamına “derin” bir şekilde vakıf olan Shakespeare’in, kendimizi düşünme şeklimizi değiştirme açısından çok önemli olan “kendiliğin” birçok “katmanına” yönelik anlayışı, ona tüm dünyada büyük şöhret kazandırmıştır. Onun bu “anlayışı”, katmanlı benlik anlayışı, başkalarının da bu konuda yazmalarını teşvik etmiş ve yazanların sayısını da niteliğini de arttırmıştır. Shakespeare, sadece kendisi şakacı olmakla kalmamış, diğer yazarların içindeki “şakacılığın (nüktedanlığın)” da nedeni olmuştur. Şiirleri de tüm yazdıklarının en iyisi olan Shakespeare’nin bir çok ifade ve cümlesi adeta atasözü gibi “hikmetli sözler” arasında yerini almıştır.
Ülkemiz edebiyatının bugün de, geçmişte de bu şekilde “kendiliğin katmanlarını/mertebelerini” ortaya koyduğu, “katmanlı/mertebeli” nefs/benlik anlayışını betimleyen edebi eserler verilmiştir, az da olsa verilmeye devam etmektedir. Günümüz sanat dünyasında üretilen “GÖRSELLER”, FİLMLER, DİZİLER, BİLGİSAYAR OYUNLAR vb. “KURGULAR” ile çok daha ileri derecede etkili örnekler, misaller, meseller, “DARB-ı MESELLER” ile ZİHNİN YETİ ve YETENEKLERİNİN işleyişini daha doğru anlama ve anlatma imkanını arttırmıştır. Bunların “YAZI” dan önceki “SÖZ” döneminde dile getirilen sözlü metinlerdeki hikayeleri, meselleri, efsaneleri anlama ve yorumlama hususunda da yardımları olacaktır. Hatta DİNİ METİNLERDEKİ “çarpıcı (darabe)” kıssaları, meselleri, darb-ı meselleri de ZİHİNSEL yeti ve yetenekleri iyi ve doğru kullanarak anlamaya, yorumlamaya çalışmak, zihinsel ufkumuzu daha da açacaktır.
Bütün bunlarla birlikte yerli edebiyat ve sanat eserlerimizin zenginliğinin etkisi görmezden gelinmezken, özellikle duygulara direk etki eden türkülerin, şarkıların, ilahilerin ahlaki duyguların, değerlerin, erdemlerin hayata yansıması için olumlu etkileri de hiçbir şekilde görmezden gelinemez. İnsanın, insanı insan yapan “bedii” yönünü güçlendirip yüceltecek her türlü sanat eseri dikkatli seçilmeli ve iradeyi zayıflatacaklardan, fıtratı bozacaklardan, insanı insanlığından uzaklaştıracaklardan, çıkartacaklardan da özellikle kaçınmak gerektiği kanaatindeyim. Şeytanın hilelerinin, onu dost edinenlerin tuzaklarının, “oyunlarının” farkında olmak gerekir. Dijital çağda dijital materyaller ile üretilen “sanal gerçekliklerin” tehlikelerinden çocukları, öğrencileri korumanın zorluğu ve önemi bu dönemde daha da öncelik kazanmalıdır.
Zihinsel etkinliklerimizin desteğiyle ve etkisiyle beyinlerimizin işleyişini bilinçli olarak değiştirebilecek yeti ve yeteneklere sahibiz. Beynimizin “aktivite örüntülerini” değiştirerek yaşantımızı güzelleştirecek bazı düzenlemeler yapma imkanımız da var. Değişmeye, gelişmeye gerçekten samimi olarak karar verirsek, bizi hedefimize ulaştırabilecek beynimizin aktivite örüntülerinde değişiklik yaparak “duyma/öğrenme stilimizin” ve duygulanmamızı sağlayan “duygusal stilimizin” boyutlarını değiştirerek yaşantımızı, hayat tarzımızı, öğrenme stilimizi de değiştirebileceğimiz; öğrenmeyi öğrenme, düşünmeyi düşünme gibi zihinsel eğitim yöntemleri geliştirmenin önemi de kendini hissettirmektedir. Telkinlerle zihinsel yönlendirmelerin hem olumlu hem de olumsuz yönde yapılabileceği, hatta belli oranda yapıldığı da biliniyor. Bunlara karşı da “teyakkuzda” olmak gerekiyor.
Enam (6/112,113): “… Aldatmak için birbirlerine ‘yaldızlı (zühruf)’ aldatıcı sözler fısıldayıp ‘telkin ederler (yühıy)’. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları uydurduklarıyla baş başa bırak. Ahirete inanmayanların kalpleri o (yaldızlı aldatıcı sözlere) meyletsin, ondan (yaldızlı aldatıcı sözlerden) hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeye devam etsinler diye”.
Belli alıştırmaları yeterince yaparak gerçekleşen öğrenme etkinliklerinde de birçok değişiklikler yapmak mümkün olduğu gibi, bunların “hayali/sanal” olarak düşünsel deneylerle yapılması ve kontrol edilmesi de mümkün. Bu deneylerle ve görüntüleme tekniklerinin kullanımıyla beyin aktivite örüntülerinde ve işlevlerinde değişiklik daha “yakın” gözlenebilirken, duygusal stillerde de değişiklikler yapılabileceği ileri sürülüyor. Beyin örüntüleri ve duygusal stiller; DNA da ki genetik bilgilerin küçük yaşlarda çevre şartlarının etkisiyle büyük oranda oluştuğu bilinse de hayatın bazı evrelerinde belli alıştırmalar yaparak bazı alışkanlıkların ve zihinsel özelliklerin bilinçli ve kasıtlı olarak eğitilmesi, terbiye edilmesi, hatta değiştirilmesi mümkün olabilmekte.
Beyinin Duygusal Hayata etkisinin her insanın kendine has Duygusal Stiline/Tarzına göre belirlendiğini ve bunun da insanın kişiliğine, mizacına etki ettiğini, hatta bunların beyinden kaynaklandığını ileri süren Richard Davidson, Temel Duygulardan hareketle oluşan Zihinsel Birimlerin 4 (dört) tanesine özellikle dikkat çekiyor:
- Duygusal Durumlar/Haller: Deneyimle tetiklenebilen bir duygunun en küçük ve en kısa süreli birimidir. Sadece birkaç saniye sürer ve sonra kaybolarak yerini bir başka duygusal duruma bırakmaya eğilimlidirler. Manevi haller/durumlar (“ruhhali”) ise dakikalarca, saatlerce, bazen günlerce “ısrarla” devam eden duygulanımlardır.
- Duygusal Özellikler (Duygulanmalar): Uzun yıllar boyunca insanın duygusal yapısını karakterize eden duygulanmalardır. Tüm duygulanmalar (duygusal özellikler) duygusal stilin değişik boyutlarının ürünüdürler.
- Mizaçlar: Duygusal stilin farklı boyutlarının kombinasyonu olarak anlaşılabilse ve bir mizaç özelliğine sahip olan herkesin duygusal stilin her boyutuna sahip olmadığı iddia edilse de çoğu insan birçok mizaç özelliğine bir arada sahiptir.
- Kişilikler: Belli duygusal özellikleri (duygulanmaları) ve duygusal stilleri kapsayan yüksek düzeyli bir dizi nitelikten oluşur.
İnsanda varoluşsal potansiyeller olarak bulunan öncül Temel Duyular ve Duygular ile gerçekleşen Duygulanmalar ve Duyuşsal Sezgiler; Heyecanları (Ek: 43), Halleri/Durumları (ruh halleri değil, manevi haller) (Ek: 44) ve bunlara etki eden Yönelimleri (ilham, feyz vb.) (Ek: 45), Düşleri/Rüyaları (Ek: 46), Hayalleri (Ek: 47) de içerir. Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen “Kalp” (Ek: 48) ile eğilimlere ve dürtülere; Fuad (Ek: 49) ile duyumlar ve duygulara; Fıtrat (Ek: 50) ile de ahlaki duygulara işaret edildiği kanaatindeyim. Anadolu’ya mahsus bir kavram olarak Gönül (Ek: 51) kavramı ile de Kur’anı Kerim’de geçen bu üç kavramla (kalp, fuad, fıtrat) birlikte “maneviyatı (ruh hali değil, ruhun getirdikleri)” (Ek: 52) kapsayan bir “mana/anlam” kastedilir ki, bütün bunların da Melekler ve Ruh ile “işlerini” gören Yaratıcının lütfu, desteği ile olduğunu anlıyorum.
Akış halinde (meşguliyetler) sürekliliğini devam ettiren hayatın “nöronal ağlar” gibi oluşturduğu “bağlantısal enformasyonun” temel yapıtaşının “gönül” olduğunun farkında olmak gerekiyor. İnsan zihnini oluşturan beyinin hücreleri olan nöronların birbirleri ile oluşturdukları bağlantılar (sinaps) ile sağlanan “enformasyon” benzeri bir etkileşimin hayatın her anında devam ettiğini, hatta bunun sadece insana özgü de olmadığını, maddenin de temel yapıtaşının “atom” değil “enformasyon” olduğunu öne süren Beyin Cerrahı Prof. Dr. Türker Kılıç ( ), vicdanın ve bilimin temel kaynağının beyinin yanında, beyin ile birlikte “gönül” olduğunu da iddia ediyor. Bununla birlikte Kur’an-ı Kerimde birçok yerde geçen ve “eğı̇lı̇mlerı̇” işaret eden “kalp” ile duyumları ve duyguları işaret eden “fuad (çoğulu efide)” ve ahlakı̇ duyguları işaret eden “fıtrat” kavramlarının da insanın zihinsel yapısının önemli yapıtaşları ve bunların işlevleri olduğu kanaatindeyim.
İnsanın çağlayarak akan “akış halindeki” hayatının kuralları temelde basit ve sadedir. Bu bası̇t ve sade kuralların hayat denilen “akışa” yansıtılması hem “esneklı̇ğı̇” arttırır hem gereksiz refleksler ile boşa gidecek harcamaları engeller hem de çeşı̇tliliği arttıran temel bir “ortam” oluşturur. Bunun için de “yaşıyor” olmak yeterlidir! Hz Mevlana’nın bir rübaisinde söylediği gibi:
“Her gün bir yerden ‘göçmek’ ne iyi
Her gün bir yere ‘konmak’ ne güzel
Bulanmadan, donmadan ‘akmak’ ne de hoş
Düne ait ne kadar şey varsa
Dünle beraber gitti cancağızım
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
Beyinin ürünü olan Zihnin Yapıtaşları ve İşlevleri duyuşsal olanlar ile beraber bilişsel olanı bilmeye ve duymaya işaret eder çoğunlukla. Bilmeyi gerçekleştirecek olanları kategorize edenler, gruplandıranlar, bunlardan bilişi sağlayacak, destekleyecek olanları Bilişsel Sezgiler (Ek: 53,38), Yetiler/Melekeler (fakülte) (Ek: 54), Yetenekler/Kabiliyetler (istidat) (Ek: 55), anlama, anlamlandırma, birleştirme-ayrıştırma (sentez-analiz) yapan İdrak (müdrike) (Ek: 56), düşünme, konuşma için Us (Ek: 57) biçiminde sıralarlar. Hem duyumlar hem de duygular ile yapılabilen tüm bilişsel ve duyuşsal bilgiler, veriler ve duygulanmalar arasında “bağlantılar” kurmayı sağlayan ise Akıl (Ek: 58) dır. Aklın ürettiği bilgileri ve yönettiği duyguları denetleyip seçerek yargıda bulunan, karar veren de Özel/Cüzi İrade Gücüdür (Ek: 59).
İnsan zihninin en önemli yapıtaşlarından olan akıl ile yapılan “akletme”, alakasız/ilgisiz/ilişkisiz gibi görünen kavramlar ve “bileşenler” arasında bağ kurarak, aralarındaki alakalara, ilgilere, ilişkilere göre “bağlantıları” bularak, bu bağlantılarla “kurgular” yaparak, tasarlayarak bütüncül bir hikayenin/öykünün “parçası” yapabilme becerisidir. Aklın ürettiği hikayenin/öykünün bir “algoritmasını” bulsak bile, insan zihninin dışında, “algoritma dışı” işleyişin üretebildiği hikayelerin/öykülerin ve manaların/anlamların da “sınırı” yok gibidir. Bu çeşitlilik ve “yaratıcılık” da sadece “insana özel” gibi görünüyor. Yaratılma sürecinde kazanılanlar, tahakkuk edenler (haklar, gerçekler, olaylar, olgular), varlık oluşta verilenler, varoluş sürecinde verilen ve kazanılanlar, öleceğine ve hesaba çekileceğine (Ahirete) inanmanın kazandırdıkları insan zihninin bazıları dolaylı da olsa kazanımları olarak görülebilir.
İradenin zayıflığının, iradeyi kaybetmenin göstergelerinin başında “tembellik (gayretsizlik)” geldiğini Payot ( ), “İrade Eğitimi” Kitabında ısrarla vurgularken, tembelliğin temelinde, “devamlı/sürekli bir çalışmaya, gayrete karşı nefret duymak!” vardır diyerek sorunun büyüklüğüne dikkat çekiyor. Tembellik büyük günahlardandır ve insanın kendisine verilen, sahip olduğu yetenekleri kullanmaması, boşa harcaması, israf ederek çar-çur etmeyi beraberinde getirir. İradesini kaybeden, iradesi zayıflayan kişinin mücadele azmi azalırken, mücadeleden kaçmak/kaçınmak için bahaneler uydurur. Tembeller mücadele edeni de sevmezler ki, eylemsizlik, aktif olmamak, hafif meşreplik, basit ve anlamsız zevkler ile eğlenmek, oyalanmak hoşlarına gider. Devamlı ve azimli bir iradenin olmaması tembelliğin beraberinde isteksizliği, haylazlığı (yaramazlığı), gevşekliği, “ruhsuzluğu”, şımarıklığı, zevklere, eğlencelere ve keyfine düşkünlüğü getirir. Yapısı gereği “gelip geçici” olana haz ve elem/acı duymak, ihtiraslar, basit, anlamsız ve şiddetli hırslar, tutkular da gereken ihtiyacı karşılamaz.
İrade zayıflığı, beraberinde dikkat dağınıklığını, dalgınlığı, yoğunlaşamamayı, odaklanamamayı, meraksızlığı, gayretsizliği de getirir ve tembel insan girişimde bulunamadığı gibi heyecanını, “hayretini” bile kaybeder. Alıştırmalar yaparak ödevlerini, görevlerini yapmak, sorumluluklarını yerine getirmek yerine gevezelik, dedikodu, gereksiz tartışmalar yapmak, gıybet etmek kendine zevkli ve eğlenceli görünmeye başlar ve bunlarla meşgul olmak tüm zamanını alır neredeyse. Çalışmak ve işe girişmek pek görülmez, görülse de çabuk bıkar maneviyatsız/“ruhsuz”, neşesiz, mutsuz, isteksiz olanlar.
Gereksiz “boş işler (malayani)” ile “haybeye”, boşuna, “boşu boşuna” uğraşmak insanı üzüntülü ve kederli hallere/durumlara düşürür. Zaten kendini olumsuz etkileyen, üzen durumlar/haller ayıplanma endişesi ile başlar, hasetlik/çekememezlik ile devam eder. Gerçek/hak alemden çok hayalperestliğe ve sanal bir alemde “yüzmeye” iten (matrix filminindeki “Neo” nun önceki durumu) insanda olumsuz hatıralar ile önceden yaşanmış travmaların etkisi canlanarak insanın duygusal hallerini/durumlarını, heyecanlarını ve maneviyatını/“ruhhalini” bozup kötüleştirir.
İçine düştüğü “maneviyatsızlık (“ruhsuzluk”) ve olumsuz manevi haller (“ruhhalleri”) insanın iradesini zayıflatıp irade etme gücünü yok ettiğinde, insanın “doğru yolda” sebat etmeyip yoldan çıkmasına, zorluklara sabretmeyip “dalalete/sapkınlığa” yuvarlanmasına, yönünü/istikametini kaybedip şaşırmasına, yanlış ve bozuk yollarda “debelenmesine” neden olur.
Araf (7/45): “O zalimler, Allah yolundan alıkoyan ve onu (Allah Yolunu) eğri göstermeye çalışan ve Ahireti inkar edenlerdir.”
İnsan bu dünyadaki hayatını Yaratıcısının belirleyip gösterdiği “yolu” izleyerek, yolun kurallarına uyarak yaşamak için Yaratıcısını da, O’nun kendisini tanıttığı şekilde tanımalı ve O’nun gösterdiği dosdoğru yolun “Fıtrat Dini” olduğunu, bunun da insanın fıtratına uygun olduğunu, Yaratıcısın bu dini yarattığı insan için seçip beğendiğini ifade ettiği “Hanif Din, Hak/Gerçek Din” olan İslam Dini olduğunu bilen insan, Allah’ın “boyası (sıbgatullah)” ile boyanan insan hem emanetlerin hakkını vermiş hem de yaratılış amacına uygun bir ömür geçirmenin yolunu bulmuş olur.
İradenin gücü çok gayret göstermekten daha çok zihnin tüm güçlerini aynı gayeye, amaca, hedefe, istikamete/yöne yöneltmekten, odaklanmaktan, yoğunlaşmaktan geçer. Fedakarlık yapmak, diğerkam olmak, kendini adamak, tutkulardan sıyrılarak özgür ve bağımsız olmak, olabilmek için iradenin kuvvetli olması gerekir. İçgüdülerin, İçtepilerin, İsteklerin, Dilemelerin (meşiet) “açılmasına” insanın gücü yetmese de (Fetih (48/21)), ortaya çıkmasında aklın ve iradenin etkisi olmasa bile bunların yönetiminde, idare edilmesinde, denetlenmesinde kuvvetli bir iradenin ve aklın etkisi inkar edilemez. İblisin etkisiyle, “talim etmesiyle” insanda oluşan mutsuzluk ve inançsızlık da iradenin zayıflığıyla ortaya çıkar. Her türlü “Bağımlılıklar” (Ek: 60), tereddütlü/ikircikli olmak, kararsız kalmak da bilgi eksikliğinin yanında şeytanın saptırması (dalalet) ve irade zayıflığından türer. Eğilimlerin ve duyguların güçlenmesi de aydınlanma da kararlılık da endişe ve korkudan uzak kalmak da huzura ve sakinliğe (sekinet) ulaşmak da Yaratıcının desteklerini getiren Meleklerin ve Ruhun etkisiyle, iradenin gücüyle ve kuvvetiyledir. Hevasını (arzu ve isteklerini) dini yapmak gibi, dinini hevası yapmak da şehvetinin esiri olmak da duyarsız kalmak da şeytanı dost edinmiş “arkadaşların” etkisi ve teşvikiyle hassasiyeti/duyarlılığı, maneviyatı kaybetmekten ve iradeyi zayıflatmaktan ya da kaybetmekten geçer.
İnsanoğlu, yaratılışında verilen Varoluşsal Öncül Temel Bilgilerden olan Temel Duyumlar ve Duyguların Bilgisine sahiptir ki, bunlar varoluşsal potansiyel öncül bilgilerin asli unsurlarıdır. Bunları insan yavrusu doğduğunda varlığının derinliklerinde, özünde/cevherinde hazır bulur ve bilinçdışı (bilinçsiz değil) ile kullanmaya başlar. İnsan zihni, bir yandan dışındaki, dış dünyasındaki (afak) nesneleri, olayları, olguları ve şeyleri duyu organları ile alır ve aldıklarını algılayarak duyum haline getirirken, bir yandan da zihninin içinde, iç dünyasında (enfüs) zaten var olan dürtülerinin, güdülerinin, tepilerinin (iç isteklerinin) doğal olarak (Allah’ın dilemesiyle) harekete geçmesiyle insanın doğal eğilimleri oluşur. Bu şekilde oluşan eğilimlerin yönlendirmesiyle duyular duyumlar haline geldiği gibi, duyumlar ve duygular ile de duygulanmalar gerçekleşir.
İnsanın zihninin içinde, iç dünyasında (enfüs) zaten var olan temel öncül bilgilerden olan dürtülerin/güdülerin/tepilerin/isteklerin harekete geçmesi Yaratıcısının “dilemesi” ile gerçekleştikten sonra, insan zihni bunları Aklı ile yöneterek, Cüzi/Özel İradesi ile denetleyerek “diler”. İsteklerimizi dilememizin, Yaratıcımız tarafından başlatılmasından sonra bizim dileme sürecimizin aklımız ve irademizle bunları başlatmamız ve devam ettirmemizin irademizin yokluğu anlamına gelmediği kanaatindeyim. Biz istersek, dua edersek karşılığını/cevabını Allah dilerse, isteğine icabet edip verdiği gibi, biz daha istemeden de dilerse verir, bazen vermeyebilir de.
Tekvir (81/29): “Alemlerin Rabbi dilemedikçe siz dileyemezsiniz!”.
İnsan (76/30,31): “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah alimdir, hakimdir. Allah dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlanmıştır”.
Yunus Emre ( ), bilgi öğrenmenin kıymetini, öğrendiği bilgilerin insana kattıklarını ve bunun “insanı tanımak” ile bağını kurarken, bilişsel ve duyuşsal bilgilerle eğitim almanın önemini ve hedefini ne güzel ifade etmiş:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmez isen
Ya nice okumaktır”
…
“Okumaktan mana ne Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmedin Ha bir kuru emektir”.
Alak (96/1): “OKU, Yaratan Rabbinin Adıyla”.
Taha (20/114): “… Rabbim ilmimi (bilgimi) arttır (ilimce beni arttır) de”.
Okumak, davet etmek, çağrıda bulunmak anlamlarına da gelir. Anadolu’da halen bir törene davet edileceklere ulaşılarak “okunurlar”, yani davet ya da davetiye ulaştırılır ve bunlara “okuyuntu” denir. Kur’an-ı Kerim’de “dua” kavramının “davet, çağrı” anlamı da vardır. Yalnızca Allah’a dua edilir, Allah’tan başkasına dua edilmez, zaten makbul değildir, kabul de edilmez Allah tarafından. İşlerimizin düzgün işlemesi ve yolunda gitmesi için her durumda desteğe ihtiyacı vardır insanın. Bu desteğin isteneceği en doğru makam Allah’ın katıdır. Allah, kendinden istenmesini sevdiği gibi, isteyeni de muhatap alarak samimiyetine göre duasına “icabet” eder. Ancak dua etmemizi “dilerse (meşiet)” biz dileyebiliriz, istekte bulunabiliriz ve sonrasında aklımızın yönetiminde, cüzi/özel irademizin kontrolünde bir çabaya girişebiliriz.
Allah insanın duası ile yaptığı daveti, çağrıyı boşa götürmediği gibi, bazen Hz. Muhammed’e hitaben; “Rabbim ilmimi arttır (ya da ilimce beni arttır) de!” (Taha (20/114)) tavsiyesinde/emrinde bulunur, bazen de Hz. İbrahim’in diliyle bize dua örneği gösterir; “Rabbim! Bana hüküm ve hikmet bağışla ve beni iyiler zümresine kat. Sonra gelecekler içinde iyilikle anılmayı bana nasip eyle. Beni Naim Cennetinin varislerinden kıl…”. Fatiha suresini de sürekli dua olarak okuyarak “açış (fetih)” yapmamız öğütlenir; Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin (peygamberler, salihler, sadıklar, şehitler), azgınların, sapkınların, dalalete düşenlerin yoluna değil (amin)”. Sadece Allah’tan yardım dileriz, bazen Allah rızası için birbirimizden de yardım isteriz. Yaptığımız yanlışlar ve günahlar için tövbe ederiz. Her varlık gibi biz insanlar da tesbih ederiz.
Furkan (25/77): “De ki; “Duanız (davetiniz, çağrınız, isteğiniz) olmazsa, Rabbim size ne diye değer versin? ...”.
Mümin (40/60): “Rabbiniz dedi ki; ‘Bana dua edin ki, size icabet edeyim (duanıza karşılık vereyim). Bana ibadet etmeye karşı kibirlenenler, hor ve hakir olarak (aşağılanarak) Cehenneme gireceklerdir’”.
Hud (11/61): “… Şüphesiz Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir”.
Kaf (50/16): “Andolsun ki, insanı Biz (Allah) yarattık ve nefsinin kendisine ne fısıldadığını biliriz. Biz (Allah), ona şah damarından daha yakınız”.
Enfal (8/24): “Ey iman edenler! Size hayat vereceklere çağırdığında (deaküm) Allah’ın ve Resulünün davetine/çağrısına icabet edin (davetine uyun). Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer…”.
Tevbe (9/103): “Mallarının bir kısmını, onunla kendilerini temizleyeceğin (tütehhirühüm) ve yücelteceğin (tüzekkihim) bir sadaka olarak al ve onlara dua et. Çünkü senin (Hz. Muhammed) duan onlar için bir huzur kaynağıdır (sekenün). Allah her şeyi işitir ve bilir”.
Tevbe (9/104): “Onlar bilmediler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden ve sadakaları alan gerçekte Allah’tır. Gerçekten Allah tevbeleri kabul edicidir, çok merhametlidir”.
Rad (13/14): “Hak/gerçek dua, ancak O’na (Allah’a) yapılandır. Onların Allah’ı bırakıp da dua ettikleri onlara bir şeyle cevap vermezler. Onlar ağızlarına su gelsin diye avuçlarını suya doğru açana benzerler. Oysa su onun ağzına asla ulaşmaz. Kafirlerin duası böyle boşa gitmiştir.
İnsan (76/30): “Siz dileyemezsiniz, ancak Allah dilemedikçe (Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz). Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir (hakim)”.
Tekvir (81/29): “Alemlerin Rabbi dilemedikçe siz dileyemezsiniz”.
Dilemek (meşiet), her irade sahibi kişiye ait fiilin özelliğidir ve fiil ile birlikte bulunur. Kişi bir işi yaptığı zaman onu “dilemiş” olur der İmam Maturidi Tekvir suresinin 29. Ayetinin tevilinde/tefsirinde (Tevilat; 17. Cilt; 95. Sayfada).
İnsan beyninin bir “ürünü” olarak insan zihni yaratılış özelliklerine, varoluşsal “öncül” bilgilere (temel duyular, duygular, renkler, sesler, kokular vb.), dürtülere, içgüdülere, içtepilere (istekler), fıtri özelliklere sahip/verilmiş olarak doğar. Bunlar zihninin temel yapıtaşlarıdır ve doğumdan itibaren işlevlerini bilinçdışı olarak yürütmeye başlamışlardır bile. Daha zamanı gelmediğinden çalışmayanlar da zamanı geldikçe “açılır”. Geleneğin bilgeleri ve bilim insanları insana yaratılışında verilen potansiyelleri insana “rehin” olarak verilen “emanetler” olarak görmüşler, “vakt-i merhunu (rehin vakti)” geldiğinde “açılır” demişlerdir.
Bilgi öğrenen öğrenciye, sınava hazırlanana anne-babaları, yakınları, destekleyenler desteklerini “Allah zihin açıklığı versin” diyerek başarı dileklerini ifade ederlerken, aslında bilerek ya da bilmeyerek zihinsel yeteneklerinin “açılması” için Yaratıcıya dua ederler ve öğrenenin, sınava girenin zihninin açılmasını Allah’ın dilemesini dilerler. Ancak öğrencinin gerekli çalışmaları yaparak hazırlanmasının yararı daha önceliklidir elbette.
Fatır (35/2): “Allah, insanlara rahmetinden bir şey ‘açarsa (ma yeftehı, fetih)’, onu engelleyecek yoktur; O’nun engellediğini ve salıverecek yoktur…”
“Akıllardaki gizli hazineye” dikkat çeken Hz. Ali, Nehcül Belağa’nın birinci hutbesinde insan ve evrenin yaratılmasından bahsettikten sonra; “Allah insanlara elçileri (resulleri) gönderdi; ‘Fıtrat Sözünü’ onlardan istemeleri, unutulmuş nimetleri onlara hatırlatmaları ve Allah’ın emirlerini ulaştırarak kendilerine hücceti (delillerini) tamamlayıp ‘Akılların Gizli Hazinelerini (defineleri)’ aşikar etmek (uyandırıp açığa çıkarmak, açmak) için” deyişiyle konuya bir başka açıdan yaklaşıyor. Bu sözlerdeki “resuller (elçiler)” ile Peygamberlerin kastedildiği öne sürülse de görünmez varlıklar olan Melekler ve Ruhun kastedildiği kanaatindeyim. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın “işlerini yapmakla görevli” görünmez varlıklar için de “resul (elçi)” kelimesi kullanılır. Elçiler “gönderir” ifadesi ile Melekler, elçiler; “seçer, belirler” ifadesi ile de insanlardan seçilenler kastedilir kanaatindeyim. Yani vahyi Peygamberlere ulaştırmak için “elçi (resul)” kavramı ile Ruh Meleği kastedilirken, Meleklerin kendisine ulaştırdığı vahyi diğer insanlara ulaştırmak için görevlendirilen “elçi (resul)” kavramı ile de Peygamberler kastedilir genellikle.
Hacc (22/75): “Allah Meleklerden ‘elçiler (resulan)’ seçer (yestefu), İnsanlardan da…”
İnsanı diğer yaratıklardan, varlıklardan ayrıştıran en önemli fark, insana bilinci veren ve bilinçli olarak ahlakileşebilmesini sağlayan, insan yavrusu daha annesinin rahmindeyken Yaratıcısından “maneviyat üflenmesi” ile gerçekleşen “ahlakileşebilme” kabiliyetidir. İnsanın bu ahlakileşebilme özelliğini, Allah’ın emrinden olan ve O’nun “işlerini” eksiksiz ve fazlalıksız yerine getiren görevli meleklerden “Ruh” ile gönderilmesi, “üflenmesi” ile kazandığı kanaatindeyim ki, Kur’an-ı Kerim’de de buna işaret ediliyor.
İsra (17/85): “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ‘Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden (bilgiden) az-biraz dışında verilmedi (sadece ruh hakkında değil, her konuda Allah’ın bilgisine göre çok az bilgi verildi)”.
Yüce Allah’ın, “Sen üstün bir ahlaka sahipsin” dediği Hz. Peygamber (as); “Ben ancak güzel ahlakı (mekarimü’l-ahlak) tamamlamak için gönderildim (bir başka rivayette de; “iyi ahlakı (saliha’l-ahlak) tamamlamak için gönderildim”) diyerek Peygamberlik görevinin amacını tanımlıyor. Bundan da anlıyoruz ki, biz diğer tüm varlıklardan üstün duruma/hale getiren “ahlakileştiren maneviyata” sahip olabilmek için Hz. Muhammed’i (as) örnek aldığımız bir “ahlakileşmeyi” (EK: 61), kendimize amaç edinerek, “Allah’ın Ahlakı” ile ahlaklanmalıyız. Allah’ın “boyası (sıbgatullah)” ile boyanmak, bize yaratılma sürecimizde verdiği/kazandırdığı “yaratılış özelliklerine” uygun, “fıtratımızı”, fıtri özelliklerimizi temel/esas olarak alan ve bunlardan kaynaklanan “ahlak” ile ahlaklanmak. Bunun yolu da Allahın bizi yarattıktan sonra gösterdiği “yola”, dosdoğru yola yönelerek Hz Peygamberin ahlakını ve takip ettiği yolunu, sünnetini örnek alıp takip etmekten geçer.
Kalem (68/2-4): “Sen (Hz. Muhammed), Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin. Hiç şüphesiz senin için kesintisiz bir ödül/mükafat (ecir) vardır. Muhakkak ki sen (Hz. Muhammed), büyük bir ahlak üzeresin”.
İnsan, sırf “insan” olduğu için bazı ahlaki ilkelere muhataptır ve bu ilkeler değişmez. Eğer bulunulan yer ve zamana göre değişebilecekse, birine göre iyi, adil, doğru olan başka birine göre kötü, zulüm, yanlış olabilecekse, her ideolojinin kendine göre ürettiği ahlaki ilkeleri kendilerince “ahlaki” kabul edilecekse, tarih boyunca ve günümüzdeki tüm zalimlerin, tağutların, firavunların, nemrutların, karunların, hamanların “ahlakı” da kendilerince karşı çıkılamayacak ahlaki ilkeler olarak kabul edilmeli ya da başkasına göre yanlış olan ahlaki kurallar, bana göre doğru olmamalı. “Göreli/göreceli” bir ahlak olacaksa, hiç kimsenin kimseye söyleyecek bir sözü olmamalı, ama bunlar bir çatışmaya neden olursa hangisinin gerçek/hak olduğu nasıl bilinecek/belirlenecek.
Ahlak hak/gerçek tir ve temel ilkelerini ve esaslarını Yaratıcı Allah belirler ve O’nun belirlediği hakların/gerçeklerin hakikatini/gerçekliğini araştırarak, inceleyerek, yorumlayarak ve bunların doğruluğunu ispatlayarak hakikati/gerçekliği, hak/gerçek olanı bulur. İnsan hakkı/gerçeği yaratamaz, ama hak/gerçek olan şeyleri, nesneleri, olayları ve olguları ancak zihninde göreli ve itibari değer vererek tasarlayabilir, kurgulayabilir. İspat etmek için de uygun bir “tertip kurması” gerekir. Aksi halde kendi elleriyle “put” yapıp sonra ona tapanlar gibi anlamsız bir iş yapmış olur.
Erdemler/faziletler de “insanın fıtratına uygun ahlaki duygular ve değerler” olarak seçilmelidir ki, fıtrata aykırı olan, insanı şaşırtan, saptıran, şaşkınlığa ve sapkınlığa itenlerden kolayca kaçınılabilsin (Ek: 62- Erdemler/Faziletler). İnsani asaletler olarak da tanımlanabilecek erdemler/faziletler, değerler de ancak insanın fıtratına uygun olduklarında mana/anlam kazanırlar. Bunlar gerçek/hak hayırlardır ve mantıkla da uyuşurlar, akıl da insanı bunlara yönlendirir, ama akıl o “akıl” olsa gerek.
Fıtrata uygun, her bir kişinin mizaç özellikleri ile çatışmayan erdemler ve değerlerin kazanımı insanın iradesini güçlendirecek, sağlam bir kişilik ve karakter sahibi olmasını sağlayacaktır. İnsani “asaletler/asıllar” diyebileceğimiz insanı insan yapan özellikler, ancak fıtri, fıtrata uygun özellikler, nitelikler, hasletler, vasıflar olduğu ve insana yaratılma sürecinde kazandırıldığı için anlamlıdır ve değerlidir. Manevi/Fizikötesi açıdan iyi ve hayırlı olanlarda insan nasıl ki duyuşsal yönüyle duyuşsal hakikatlere/gerçekliklere eğilim gösterip yöneliyorsa, Maddi/Fiziki açıdan da akli yönüyle bilişsel hakikatlere/gerçekliklere yönelerek “anlamı” bulur. İnsanın gelişerek olgunlaşması da gelişmişlik ve olgunluk değeri de bu şekilde anlaşılır ve ancak bunlarla ölçülebilir.
Değerler ve erdemler gerçek/hak hayırlardır, mantıkla uyuşurlar ve akıl da insanı bunlara yöneltir. Eğitimin amacı olan bilgi öğrenmek, bilgi üretmek, gerçeğin/hakkın peşinde olup gerçekliği/hakikati aramak ve 'olgun' insan yetiştirmekten anlaşılması gereken de sağlam bir karakter ve güçlü bir kişilik sahibi olan, bilgili, değerli (kıymetli), iradesi güçlü, kuvvetli olan ve sahip olduğu bu kuvveti, gücü de öğrendiği bilgilerden alan insan yetiştirmektir.
Mutahhari ( ), Önsöz Yayıncılığın yayınladığı Fıtrat Kitabında, bir açıdan felsefi olduğunu ileri sürdüğü Fıtratın Konusunun (Ek: 63), insan ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim ayetlerinde ve Hadis-i Şeriflerde ilk defa insan için kullanıldığını ileri sürer. Rum (30/30) ayeti kerimesinde “fıtrat dininden” bahsedildiğine dikkat çekerken, Yüce Allah’ın insana “Yaratılış Sürecinde” kazandırdığı hilkat hasletlerinin “olumlu” anlamlarına işaret eder. Fıtratullahı, Allah’ın verdiği “yaratılış özellikleri” olarak tanımlarken, sünnetullah, “sıbgatullah (Allah’ın Boyası)” ve hanif din (tevhid dini) gibi Kur’an-ı Kerim’de geçen kavramlarla ilişkisine ve benzerliğine dikkat çeker. Din, “hanif din” İslam insan fıtratına uygundur ve akılla uyuşur. Akıl fıtrata, fıtrat da akla ve gerçek/hak hanif dine aykırı olamaz.
Rum (30/30): “Doğrult yüzünü/yönünü dine, fıtrat dinine. O fıtrat dini (fıtrata uygun din) ki, Allah insanları fıtratları üzerine (fıtrata uygun) yarattı. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler”.
Dinin insanın kendilerine “yabancılaşmasından” ve cehaletten, yeterli bilgi sahibi olmamaktan kaynaklandığını iddia edenler, özellikle fıtrata uygun hanif din İslam Dinine baksınlar. Hanif Din üzereyim diyenler de fıtrata baksınlar. Fıtrat ve akıl bozulmadıkça, insana hakkı/gerçeği işaret ederek onun hakikate/gerçekliğe ulaşmasına yardımcı olacaktır. İnsanın “kendine yabancılaşması” iddiasında olanlar, yabancılaşmanın karşıtı olan “aşinalığa” baksınlar. İnsan, kendine aşina olup olmadığını kontrol etsin. İlk dönemlerden beri gelen hikmetli bir söz vardır; “Kendini tanı/bil (kendine aşina ol)!”. Kendini tanıyan/bilen Rabbini tanır/bilir, Rabbini tanıyan/bilen de kendini, insanı tanır/bilir döngüsü her zaman geçerlidir. Yaratıcısını unutana da Yaratıcısı kendini unutturur, insan olduğunu unutturur ve insana yakışmayan durumlara düşer.
Haşr (59/19): “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasıkların ta kendileridir”.
Kant’ın ( ) “İyi İrade Ahlakı” (Ek: 64) olarak adlandırılan ve Ahlakın Dine “bağlı” olmadığı, aksine Dinin Ahlaka “bağlı” olduğu iddiası ile temellendirdiği “seküler ahlak” görüşünün, yani “dini tanımazdan gelme (mütenekkir)” ahlakının da hakikatinde/gerçekliğinde bir Dini Ahlak niteliği taşıdığını iddia eder Taha Abdurrahman “Ahlak Sorunsalı” Kitabında. David Hume’nin ( ), Ahlakın Dinden “bağımsız” olduğu iddiası ile ileri sürdüğü “Olandan Yükümlülük Çıkmaz” formülasyonundan kaynaklanan görüşünün (Ek: 65- Hume Yasası) de felsefi bir sorundan kaynaklandığını iddia eder Taha Abdurrahman aynı kitabında.
İz Yayınlarından çıkan “Ahlak, Tanrı ve Yasa” Kitabında Prof. Dr. Mustafa Çakmak ( ), Ahlak Felsefecilerinin görüşlerini, “İlahi Yasa Teorileri” ve “Doğal Yasa Teorileri” olarak gruplandırarak, bunların önemli isimleri ve görüşlerini sıralamıştır (Ek: 66). Postmodern dönem Ahlak felsefecilerinden önemli bazılarının yanında John E. Hare’nin ( ) “Moral Gup (Ahlak Aralığı/Boşluğu)” (Ek: 67) görüşünü de bize ulaştırmıştır. Hare, Aristotales’e kadar uzanan ve eylemlerimizin temeline “mutlu olma” motivasyonunu, dolaylı olarak da “hazzı” koyan, bunun da insanın “doğasından/tabiatından” kaynaklanan bir hal/durum olduğunu iddia eden yaklaşımları ikna edici bulmuyor. Bazı Doğal Yasa Teorileri ile bazı İlahi Yasa Teorileri arasında beklenilenin ötesinde bir “paralellik” görerek, insanın doğarken getirdiği kendi mutluluğuna odaklı “eğiliminin” göz ardı edilemeyeceğini, gerçek ahlakiliğin, “kendi doğasına” teslim olmak ile değil, insanın kendi doğasının “iyi ve ahlaki” olana “eğilimi” ile dengelenerek ortaya çıkacağını düşünür.
Erdemliliği/değerliliği mutluluğa tercih etmenin mümkün olmasını sağlayacak “süreci” en mükemmel şekilde yönetmeyi sağlayanın da “Tanrı” olduğunu ileri süren Hare, “insanın doğası” ile “ahlaklı olma” arasında bir boşluk/aralık (gup), “moral gup” olduğunu iddia eder. Bu “boşluğun/aralığın (gup)” insan doğasını görmezden gelinerek kapatılamayacağının açık olduğunu savunur. Bu nedenle de en yüce varlık olarak Tanrı, insanın kendi doğasına uygun olarak insanları, mutluluk ve erdemin birlikte var olacakları bir hayata ikna etmek için bir “çağrıda (davet, dua)” bulunur. Bu “çağrı (dua, davet)” ahlakını, belirli emirleri yerine getirmekten “öte”, Tanrı ve insanın “birlikte” inşa edecekleri bir “süreç” olarak anlamlandırmaktadır Hare.
İmam Maturidi (870-944) “Tevilat” adlı 17 ciltlik tefsirinde fıtrat ile ilgili ayetleri yorumlarken, “fıtrat” kavramına çok önemli aydınlatıcı bilgilerle açıklık getirmeye çalışmır. Sorunlara “vahiy (Peygamberlere Gönderilenler)” merkezli bakarken, “aklı” ise “dini (hanif din)” anlamadaki önemiyle öne çıkaran, analizci ve objektif metot ile “uygulanabilir çözümler” üreten bir bilgi kaynağı ve aracı olarak görmüştür. Akıl ile insanların din yorumu arasında bir “çelişki” gördüğünde, aklın yorumunu tercih etmiş, dinin yorumunu “tevil (yorum)” etmiştir. Bunu yaparken de nesne, olay ve olguların hakikatine/gerçekliğine ulaşmak için üç bilgi aracına başvurmuştur:
- Duyuların Algısı (duyum) ve İdraki
- Sadık/Doğru Haber (peygamberlerin getirdikleri)
- İstidlal (akıl yürütme, akli çıkarımda bulunma).
İmam Maturidi’ye göre Allah’ın Külli/Genel İradesi Yaratmaya (halk ve emr), Dilemeye (meşiet) ve Rızaya bağlı olarak üç bağlamda gerçekleşir ve bunlarla evrende her an iş (şe’n) üzerinde ve işlevseldir.
Allah’ın Genel/Küllü İradesini “hakim güç” olarak, her şeyi Bilen Güç olarak kabul eden İmam Maturidi, İnsan’ın Özel/Cüzi İradesinin de “etkin” olduğunu, “özgür/hür” olduğunu, “kendine özgü/özel” olduğunu ileri sürerken, Allah’ın “Yaratmada (halk)”, insanın ise “elde etmede (kesb)” etkin bir fonksiyona sahip olduğunu kabul eder. Kendi Özel/Cüzi Alanında “İrade Eden” insanın, iradesiyle verdiği kararların ve yaptığı işlerin ne kadarının “özgür kararları” ile olduğu konusunda İmam Maturidi “fiilde yönler teorisini” geliştirerek açıklamalar getiriyor. Bu anlayışı Bakıllani (ö 1013); “Allah’ın kuvveti fiilin ‘aslına’ etki ederek onu yaratırken, insanın kudreti de fiilin ‘vasfına’ etki ederek ona doğru ve yanlış nitelik kazandırır” diyerek yorumlar. İmam Maturidi’ye göre insan karar verirken, tercihte bulunurken karşısına çıkan alternatif olabilecek “seçeneklerden” tercih/seçim yapabildiği gibi, yapmak istediği engellendiğinde de “tepki” verebilmekte, gerekirse ve faydalı olacaksa “tercih etmemeyi” de tercih edebilmektedir.
Prof. Dr. Ramazan Biçer ( ), Erdem Yayınlarından çıkan “Akıl ve İrade Kapısı-İmam Maturidi” Kitabının 91-105 sayfalarında, İlahi teklifin (emrin) varlığı ve kutsal emirler ile sorumluluğun zorunluluğunun tek gerekçesinin insanın Özgür Cüzi/Özel iradesi inancında olduğunu iddia ettiği “İmam Maturidi’nin Özgür İrade ve Kader Hakkındaki Görüşlerini” (Ek: 68) açık ve anlaşılır bir şekilde özetlemiş.
Hiçbir varlıkta olmayan Özel/Cüzi Özgür İradeye sahip olan, yanılan, yanılabilen, yanıltılabilen, zaafları ve zayıflıkları olan insanın sahip olduğu gücünün ve zayıflıklarının farkında olarak çok titiz bir şekilde eğitimi tasarlanarak uygulanabilir planlarla uygulamaya geçilmelidir. İnsanın sahip olduğu zihinsel yeteneklerinin ve aleyhine dönebilecek kontrolsüz gücünün nelere neden olabileceği bilinmelidir. Bir yandan “tanrı” olmak isterken, diğer yandan zayıflığı ve eksikliğinden dolayı hayvanlardan da “aşağı” seviyelere düşebiliyor insan.
Z hn n, nsanların ver ml çalışab lmes ne mkan veren “alet çantası” g b olduğu ve bu “çantadak aletler ” nsanın b zzat kend s n n kullandığı, her meslek erbabının da kend ş ç n kullandığı benzetmes yapılır. Herkes b reysel KİŞİLİKLERİNİ oluşturan ALGI, DİKKAT, DUYGU g b YETENEKLERİNİ (kab l yet), YETİLERİNİ (melekeler n ) bu “ALETLERİ” kullandığı g b kullanır. Bundan dolayı nsan şe önce “DÜNYAYI NASIL ALGILADIĞINA” bakmak le başlamalıdır d yenler de olmuştur. Bu açıklamalara göre z hn n en azından gündel k anlamda kullanıldığı şekl yle tek l b r “varlık” ve onun şlevl değ l de “b r d z yetenek” ten, yapıtaşlarından ve bunların şlevler nden oluştuğu ler sürülür. İnsan Zihninin (mind) (Ek: 69) İng l zcede dört farklı dey msel kullanımı olduğu ler sürülür:
- “D kkat et (m nd out)” fades nde DİKKAT ve ALGI BECERİLERİNİ kastederken.
- “Hang şarkıyı açacağın ben m ç n fark etmez! (I don’t m nd what mus c you put on!)” cümles nde olduğu g b TERCİHLERİMİZİ ve buna bağlı olarak da DUYGULARIMIZI ma ederken.
- “Aklımdan çıkmış! ( t sl pped my m nd)” ya da “Söyled kler m aklında tut (m nd you Word)” g b fadelerle belleğ n/hafızanın gücünü kasteder z.
- “Akıl dışı! (out of the r m nd)” ya da “Aklını kaybetm ş! (Lost the r m nd)” şekl nde kullanırken, kend m z BİLİNÇLİ ve TEMKİNLİ kabul ederek, b r başkasının AKLA UYGUN b ç mde davranma yeteneğ n sorgularken kullanırız.
Bu DÖRT (4) farklı dey msel kullanım ZİHİNİN ve dolayısıyla “BEYNİN” nsana sunduğu bell başlı h zmetler n derl toplu b r özet n sunar:
- “D kkat ve Algı Becer ler m z” olmasaydı b r şeye d kkat etmem z mümkün olmazdı ve bu durumda tehl kel durumlarla karşı karşıya kalab l rd k.
- “Terc hler m z ve Duygularımız” olmasaydı “NİYETLERİMİZİ” başka nsanlara bell edemezd k ya da onların n yet n anlayamazdık. Yan , b r şey n b z m ç n fark ed p etmed ğ n fade edemed ğ m z g b , başkalarının TERCİHLERİNİ de TAHMİN edemezd k.
- “Hafızamız/belleğ m z” olmasaydı kend m z sürekl “kafa karışıklığı” hal /durumu ç nde bulurduk. H çb r zaman nerede olduğumuzu ya da ne yapıyor olduğumuzu b lemezd k.
- Bey n zarımız yetk s n kullanarak duyum, duygu ve dürtüler m z geçers z kabul edemeseyd kontrol edemez, plan yapamaz ve bunları hayata geç remezd k.
Z h n n (an, d mağ, m nd) çoğu zaman “ruh” le “anlamdaş” görülmes , onunla karıştırılmasının neden n n, dey m n İlah yattak (özell kle Hr st yan ve Yahud lah yatı) anlamından kaynaklandığı dd a ed l r. İlah yattak anlamıyla “z h n (an, d mağ, m nd)”, ancak nanç/ man yoluyla b l neb len “doğaüstü” b r varlık olarak görülür. Metaf z kç ler de ZİHİNİ (d mağ, an, m nd) “bey n n ötes ” olarak kabul ederler. Bu görüşler n temeller n n de Esk Yunan Felsefes nde şaretler görülür.
Fransızcadak “espr t”, Almancadak “ge st”, İng l zcedek “spr t” kavramları, aynı zamanda “us kökenl ruh” anlamını da d le get r rler. Bu anlam özell kle ant k çağda Yunan Felsefes nde Anaksagoras’ın ( ) “b l nçl töz (öz, cevher)” olarak tanımladığı ve “z h n (an, d mağ, m nd)” anlamında kullandığı Yunanca “nous (us-ruh)” kavramında açıkça bel r r. “nous” un b r çeş t “tanrı” rolü oynadığı ve düzene g rmem ş evrene g rerek onu düzene soktuğu kabul ed l r. “khaos (kaos, karmaşıklık, kargaşa)” tan, “nous (akıl-ruh)” un düzenlemes yle “cosmos (kozmos, düzen, evren)” un oluştuğu dd a ed l r. Fransızca “espr t” kavramı da “soluk (nefes)” ve “kend n bel rtme” anlamlarına gelen Lat nce “sp rate” kökünden türem şt r ve b r “düşünme eylem ”, b r “ruh hareket ” olarak kabul ed l r.
Z hn n (an, d mağ, m nd) İng l zcedek karşılığı olan “m nd” kavramı H nt-Avrupa D l
Grubunda “ruh hareket n ” d le get ren “men” kökünden türer. Metaf z kte se “düşünme” b r “ruh hareket ” olarak tanımlandığından z h n (an, d mağ), “ruhsal b r yapı” olarak görülmekted r.
İnsan zihninin düzgün çalışmasını, yaratılış özelliklerine (hilkat hasletleri) göre işlemesini engelleyen “putları/sahte tanrıları” (Backem’in tanımlaması), “zindanları” (Ali Şeriati’nin tanımlaması), “Arketipler (Carl Gustav Jung’un tanımlaması) olduğu ileri sürülen görüşlerdendir.
İnsan zihninde organ yanılmaları, bellek/hafıza zayıflıkları, iradenin güçsüzlüğü, arzuların ve tutkuların esiri olma hali, nefsin/benliğin ilham ettiği “kuruntulara, takıntılara” düşme ve akla sebepsiz olarak gelen pek sevilmeyen düşüncelere düşme durumu, bunlara “kapılmaya” neden olan vesveselerin etkisiyle oluşabilen başka “engeller” de vardır ki, bunların çoğu kötülüğün ve şerrin cisimleşmiş sembolü diyebileceğimiz “iblisin/şeytanın saptırmaları/şaşırtmaları (dalalet)” olarak da adlandırılır. Zihin Sorunlarının yanında Zihin Yanılsamaları (ilizyon) (Ek: 70) olarak büyü, kehanet (öngörü değil, önceden görme), şeytanın yaptırma gücü vb. “güç ve kuvvet” atfı yapılanların hepsinde, hatta hayatın kendinde (bizatihi) bir anlam/mana yoktur. Hatta tıpta da karşılığı olan plasebo ve osebo etkilerini de bunlara dahil edebiliriz kanaatindeyim. Bunlara “anlamı/manayı” biz insanlar zihnimiz ile veririz, oysa güç ve kuvvet yalnız Allah’tandır. Bunların etkisinde kalmamak ve irade zaaflarının üstesinden gelebilmek için “sağlam” bir cüzi/özel iradeye ihtiyacı var insanın.
Zayıf insan hata, yanlış yapabilen insan, zihnini, benliğini, iradesini zayıflatacak fıtratına aykırı duygu, düşünce ve davranışlar ile her zaman karşılaşır. Bu sorunlar bazen insanı doğru yoldan çıkarmak/saptırmak, insanlığından uzaklaştırmak, fıtratını bozmak için bilerek, planlanarak (taammüden) çıkartılabilir. Her çocuk, önceki dönemlerin sorunlarını da devraldığı için daha doğar doğmaz birçoğu çözülmemiş birikmiş sorunlarla karşılaşır. Bunları çözmek için kullanabileceği adalet, hakkaniyet, iyilik, güzellik, erdem/fazilet vb. temel değerlerin bile anlamını yitirdiği, içinin boşaltıldığı gerçekliği/hakikati ile karşı karşıya kalmaktadır her genç. Açılım Kitap Yayınlarında çıkan Celalettin Vatandaş’ın “Modern Çöküş- İnsanın Son Halleri Kitabında (Ek: 71), modern dönemde insanlığın gündeminde çok daha fazla yer alan sorunlardan bahsediliyor ki, bunların insanı “insanlığından” çıkartacak, “fıtratını bozacak” sorunların bazıları olduğu kanaatindeyim:
- Kölelik: Zoraki Kölelikten Gönüllü Köleliğe.
- Cinsellik: Doğal ve İnsani bir Özellikten Varlığın ve Hayatın Amacına.
- Metalaşan İnsanlık: Modern Dünyada Kadın Olmak.
- Katledilen Masumiyet: Modern Dünyada Çocuk Olmak.
- Şiddet: Eski Yunan mitolojisindeki tanrılarından BİA ve ARES’in Modern Dünyası.
- Modern İnançlar: Modern Aklın Akılsızlıkları.
İnsanların düşünce yapısını, duygusal eğilimlerini, manevi/ahlaki yönelişlerini, davranış alışkanlıklarını “kayıt altına” alan internet ve iletişim araçlarının yardımıyla ulaştığı genel yayınla “algoritmik analizler” yapılıyor. Bu şekilde “kişiye özel” bireysel girişimler de mümkün olduğundan, insanların artık kuklacıların iplerle “oynattıkları” kuklalara dönüşüyor, sanal bir dünyada yaşıyor sanki. İpi hareket ettirildikçe kendilerinden istenenleri yapar hale getirilen “kuklaları” oynatan kuklacıların hem “oynadıklarını” hem de “eğlendiklerini” ileri sürer Prof. Dr. Mustafa Merter ( ), KTB Yayınlarından çıkan “Haketonla Son Tango” Kitabında (Ek: 72). Bir şekilde tek merkezden yönetilen bir “şer odağının” tüm insanlığı etkileyen “haketon (eski yunan mitolojisindeki çok başlı ejderha)” benzeri bir mekanizma ile aileyi bozmak ve insanları “insanlığından çıkartmak” için yaptıklarını, kanaatimce insanın fıtratını bozmaya yönelik olarak tasarlanan ve aşağıdaki başlıklarla verilen “projeleri” tanıtıyor kitabında:
- Kadim Terbiye Sisteminin Çökertilmesi.
- Kadın Hakları Derken “Erkek Kadın” Yaratmak.
- Baba Otoritesini Kasıtlı Olarak Çökertmek.
- Eşcinsel Hayat Tarzının, Her Türlü Cinsel Sapkınlığın ve Sübyancılığın (çocuk tacizi) Küresel Çapta Eşzamanlı Olarak Arttırılması.
- Toplumsal Cinsiyet İdeolojisi (kadın-erkek farkının kaldırılması) Projesi.
- Doğal/Tabii Duyguların Kasıtlı Olarak Başka Alanlara Kaydırılması (örneğin üstel bir hızla arttırılan hayvan sevgisi)
İmam-ı Gazzali ( ) eğitim ile ilgili görüşlerini belirtirken önemli bir konuya dikkat çekiyor; “Filozoflar eğitimi ‘yeraltındaki suyun yeryüzüne çıkarılması gibidir’ benzetmesini yapıyorlar. Doğrudur, ama eğitim alanın fıtratı bozulmadıysa!”. Sokrat ( ) ise eğitimin nasıl olması gerektiği sorusuna, “ebe” olan annesinin bir sözünden hareketle cevap verir; “Doğan çocuğu ebe doğurtmaz, doğuran annenin tabı̇atı/doğası doğurtur!”
İnsanın eğitiminin öncelikle eğitim için engel ve zararlı olanların, “tehdit” oluşturanların tespit edilip etkisiz kılınmasıyla eğitime başlanması gerektiğine modern dönem eğitim programlarında da dikkat çekilir. Tıpkı yaralının “yarasının” önce temizlenip sonra tedaviye geçilmesi gibi, yol “kapalı” ise önce yolu “açmak” gerektiği ve sonra da yoldan geçilmesi gerektiği gibi;
“Mani ile müktezi cem’ oldukta, mani takdim edilir”.
Mecellede de bunları destekleyen bir kaide/kural vardır ve zararlının zararının kaldırılmasının, faydalının kazanılmasından daha öncelikli olduğu hususuna dikkat çekilir:
“Def’- i mefsedet/mazarrat, celb-i menafiden evladır”.
İrade zayıflıkları, irademiz dışında bizi zihinsel yanılsamalarla birlikte Beyinin Odaklanamamasından Kaynaklanan Dikkat Eksikliğini ve Kalbin (eğilimlerin) Odaklanamamasından Kaynaklanan Rikkat (nezaket) Eksikliğini (Ek: 73) getirir. Bunların da beraberlerinde getireceği “tükenme sendromu” benzeri sorunların etkisiyle zihni telkine ve yönlendirmelere (Ek: 74) açık hale gelen insan manipülasyonlara ve komplo teorilerine kolayca aldanır.
Eğitimcilerin “Karakter Gelişim Eğitimi” ya da “İrade Eğitimi”, “Değerler Eğitimi” olarak adlandırdıkları ve “araç değerler” olarak da tanımlanan erdemlerin/faziletlerin kazandırılmasına yönelik hazırladıkları programların Etkileşim, Öğretim ve Ahlaki Eğitim (Ek: 75) olarak verimli uygulanabilmesi için yöntemlerin ve araçların doğru tespit edilmesi gerekiyor. Sadece bilgi kazanımı değil, bunun yanı sıra duyguları da işin içine katarak beceri, tutum ve davranış özelliklerinin kazandırılması hedeflenmelidir.
1970’li yıllara kadar Psikoloji Bilimi zihnin “bilgiyi” nasıl “kaydedip sakladığına” ve “zekanın doğasına” yönelse de duyguları hala dışarıda bırakan, zekanın verileri “duygusuzca işlediği” görüşü hakimdi. Hatta geçerli zihin modeli olarak “bilgisayar” örnek alınmış ve ondan etkilenilerek duygunun zeka ile ilgisinin olmadığı ve yalnızca zihinsel hayatı “bulandırdığı” düşüncesini temsil eden aşırı bir “akılcılık” görüşü hakim durumdaydı.
20 yy. sonlarına doğru Psikoloji Biliminin, duyguların düşünmedeki önemli rolünün keşfedilmesiyle duyguların zihinsel yaşantı üzerindeki gücünün, desteklerinin ve iyi bilinmezse oluşturacağı tehlikeler farkedilmeye başlandı. İnsanın doğru insani çözümü bulmakta yetersiz kaldığının, “insanlığın” en çok duygulanmalar ile belli olduğunun, bilişsel olarak “bilse” bile bildiklerinin “heyecanını” hissedemeyeceğinin farkına varıldı. İnanç, umut, bağlılık, aşk gibi yüksek değerlere, hatta tüm erdemlere/faziletlere uzak kalındığı, duyuşsal görüşe pek yer verilmediği, duygular olmadan bu değer ve erdemlerin gerçek anlamlarının gereğince anlaşılamayacağı, yaşanamayacağı da anlaşıldı geç de olsa. Bilimin bugünkü ulaştığı seviyede aşırı “akılcı” görüşlerin geçerliliğini yitirdiğini birçok bilimsel psikolojik görüş de savunuyor artık.
İnsan zihninin en önemli yapıtaşlarından olan Zekanın (Ek: 76) benliği/nefsi, zihni temizleme, “tezkiye etme”, tamir etme, hatta “yüceltme” işlevi ve fonksiyonlarının da olduğu bilişsel “bilimciliğin” etkisiyle uzun yıllar görmezden gelindi. Zekanın sadece bilişsel beyin/zihin yönüne bakılınca en az onun kadar önemli ve etkili yönü, duyuşsal/duygusal (kalbi) yönü ihmal edildi. Kur’an-ı Kerim’de ve geleneksel metinlerde önemli bir erdem olarak da kabul edilen “zeka (zekkahe, zekahe)”, ahlaki eğitimde insan benliğini/nefsini “temize çıkaracak (tüzekka)” temizleme, tezkiye, arındırma, “yüceltme (tüzekkihim)” yönünün de bilişsel ve duyuşsal tüm eğitim programlarında iyi değerlendirerek verimli kullanılması gerektiği kanaatindeyim. Yapay Zeka teknolojilerindeki gelişmelere de bu bakış açısı ile bakılırsa konunun çoğu kişinin farkında olmadığı bu çok önemli yönü daha anlaşılır olacaktır.
Şems (91/7-10): “Nefse/Benliğe ve onu şekillendirene, sonra da ona (nefse/benliğe) kötülük ve iyiliği idrak (anlamlandırma) yeteneğini ilham edene yemin olsun ki; nefsini/benliğini temizleyen, tezkiye eden (men zekkahe) gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu (nefsini/benliğini) kötülüklere gömen de heba etmiştir (değerlendirmemiş, boşa harcamıştır)”.
Tevbe (9/103): “Mallarının bir kısmını, almakla temizleyeceğin ve yücelteceğin (tüzekkihim) bir sadaka olarak al ve onlara dua et. Çünkü senin (Hz. Muhammed) duan onlar için bir huzur kaynağıdır. Allah işiten ve bilendir”.
Meryem (19/13): “Ayrıca Biz (Allah) ona (Hz. Yahya’ya) katımızdan yumuşak kalplilik ve temizlik (zekkaten) verdik. O (Hz. Yahya) çok takvalı (Allah’tan korkan dikkatli) birisiydi”.
Kehf (18/81): “İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz (zekaten) ve daha merhametli birini versin”.
Nisa (4/49): “Şu kendilerini temize çıkaranları (yüzekküne) görmedin mi? Hayır, ancak Allah dilediğini temize çıkarır (yüzekki). Onlara kıl payı kadar zulmedilmez”.
Al-i İmran (3/164): “Andolsun ki Allah müminlere, daha önce apaçık bir sapkınlık içinde oldukları halde, içlerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran (yüzekkihim) ve onlara Kitabı ve hikmeti öğreten, onların içinden bir peygamber (resul) göndermekle onlara büyük bir lütufta bulunmuştur”.
Bakara (2/151): “Nitekim kendi içinizden bir peygamber gönderdik. O (Hz. Peygamber) size ayetlerimizi okur (yetlü), sizi arındırır (yüzekki), size Kitabı, Hikmeti öğretir ve bilmediklerinizi öğretir”.
Taha (20/76): “… İşte günahlardan arınmaya (tezekka) çalışanların ödülü budur”.
Nur (24/21): “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını takip ederse, şüphesiz ki o (şeytan) mutlaka hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve merhameti bulunmasaydı, içinizden hiçbiri asla temize çıkamazdı (ma zeka). Fakat Allah dilediğini temize çıkarıyor (yüzekki). Allah işiten ve bilendir”.
Fatır (35/18): “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. Eğer yükü ağır olan kimse onu çağırırsa, bu çağırdığı onun akrabası bile olsa, günahından hiçbir şey yüklenmez. Sen (Hz. Muhammed) ancak görmedikleri halde Rabbinden korkanları (yeh’şevna) ve namazlarını kılanları (ikame edenleri) uyarabilirsin. Kim temizlenirse (tezekka), o ancak kendisi için arınıp temizlenmiş (feinne ma yetezekka) olur. Sonunda dönüş sadece Allah’a dır”.
Necm (53/32): “Güzel davrananlar günahın ve hayasızlığın (fevahişe) büyüklerinden kaçınanlardır. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır. O (Allah) sizi topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında cenin halindeyken, sizin durumunuzu çok iyi bilendir. O halde, kendinizi temize çıkarmayın (tüzekkerün). O (Allah), kötülükten sakınanı daha iyi bilir”.
Zekanın duygusal yönünün önemi üzerinde çalışan “Duygusal Zeka” Kitabının yazarı GOLEMAN ( ), “çoklu zeka” kuramının sahibi GARDNER’e (…); “Neden düşünceler ya da biliş üzerinde duygulardan daha fazla durdun?” diye sorduğunda, Gardner, zekayı bilişsel açıdan ele aldığını kabul ederken şunları da söylüyor:
“Kişisel zekalar hakkında yazmaya başladığımda duygulardan söz ediyordum. Özellikle de ‘kişisel zeka’ anlayışım da bunun bir parçası olarak kendi duygularıma kulak verebilmektir. Kişilerarası zeka açısından ‘içten gelen (enfüs)’ duygu sinyallerine mutlaka ihtiyaç vardır. Ancak pratikte çoklu zeka teorisi tüm duygusal yetenekler yelpazesini ‘bilişüstü’, yani ‘kendi zihinsel süreçlerinin farkında olmak’ üzerinde odaklanacak şekilde gelişti”.
Yine de GARDNER, duygusal yeteneklerin ve ilişki becerilerinin hayat mücadelesi içinde ne kadar önemli olduğunun farkında. Gardner bu görüşünü şöyle belirtiyor;
“Kişisel zekası zayıf olan, ama160 IQ sahibi birçok ‘zeki’ kişi, kişisel zekası kuvvetli olan, ama100 IQ sahibi ‘ortalama bir zeka’ seviyesindeki kişilerin hiyerarşik olarak daha “aşağı, alt” bir konumda çalışıyor. Günlük hayatta kişilerarası zekadan daha önemli bir zeka türü yoktur. Kişilerarası zeka seviyesi ‘düşük’ kişi mesela kiminle evleneceği, nerede çalışacağı vb. konularındaki tercihlerinde ‘kötü/yanlış kararlar’ verebilir. Çocuklarımızı okullarda ‘kişisel zeka’ alanında mutlaka eğitmeliyiz.”
Çocuklara, öğrencilere fıtratlarına uygun ahlaki duyguların, değerlerin ve erdemlerin tanıtılıp kazandırılması ve fıtratı bozacaklardan, erdemlerden uzaklaştıracaklardan sakındırmak öncelikle ailede başlar, daha sonra okulda devam etmelidir. Aile ve okul arasında bu konularda çelişki, zıtlaşma ve çatışma olmamalıdır. Zaten fıtrata uygun ahlaki duygulardan oluşan erdemlerin kazanılması için yapılacak uygulamaları kolaylaştırmalı, zorlaştırmamalı; sevdirip, sevindirip iğrendirmemeli, tiksindirmemeli. Zorlama ve zorunluluk dayatan bir uygulama değil, “gönüllülük” esasına uygun bir yöntem belirlenmeli, ama işleyişin devamlılığını sağlama konusunda sağlam bir iradeye ihtiyaç olduğu da unutulmamalı. Çocuklar üzerinde öğretmen ve anne babadan daha etkili olan “arkadaş çevresinin” oluşumuna da dikkat edilmelidir. Okul, aile ve arkadaş çevresi değerler kazanımı, karakter gelişimi, iradenin güçlendirilmesi ve kişilik oluşumunda en önemli fırsatları birlikte sunmalıdırlar. Onların fıtratlarını bozabilecek, iradelerini zayıflatacak hususlara karşı da olabildiğince dikkatli olunmalıdır.
Araç değerler olan erdemlerin/faziletlerin öncelikle tanıtılması, bunlarla ilgili farkındalık oluşturulması ve öğretilmesi fıtrata uygun olarak işlendiğinde güçlenecek iradenin korunması ve zayıflıklarının giderilmesi için de çok önemlidir. Öğrenmekle yetinmeyip duyguları da devreye sokarak ve “gönüllülüğü” esas/temel alarak, zorla değil “gönüllü” olarak yaşantıya/hayata geçirilmesi için uygun yöntemler geliştirerek değerlendirmeleri için fırsatlar oluşturmalıdır. Erdemlerin kazanılmasını ve içselleştirilerek davranışa dönüşmesini sağlamaya çalışan program, insan benliğinin yetilerinin dengede olma hali ile ortaya çıkan erdemleri/faziletleri ve ahlaki duyguları temel alarak hazırlanmalıdır.
Kitaplardan okunması ve konuşulanların dinlenmesi herkes için yeterli olmayabilir. Öğretmen ve anne babanın da bu konularda istekli ve duyarlı olması, iyi bir teşvik dili kullanıp özendirerek mümkün olduğunca örnek olmaları gerekmektedir. Erdemler zamana, bölgeye, topluma, kişiye göre değişmeyecek evrensel değerler olduğundan, mutlaka insanüstü bir varlığın, insanların yaratıcısının belirlediği, en azından onayladığı erdemler arasından seçilerek kazandırılmaya çalışılmalıdır. Herkes için, her yerde, her zaman geçerli olacak evrensel değerlerin, erdemlerin tespitinde insanların ortak kanaatleri yeterli olmayacaktır, ama bunları “insana rağmen” belirlemenin de bir anlamı yoktur. “Amaç Değerler” olan nesnel değerler konusunda ise zamana, ülkeye, topluma, kişiye göre değişikliklerin olması doğaldır.
Fıtrata Uygun Ahlaki Duygular ve Değerler ile İrade Eğitimi (FUAD ile İrade Eğitimi) programında her ülke kendi değerlerini çocuklarına ve gençlerine bir şekilde kazandırıp geleceğe aktarma sorumluluğunu yerine getirmelidir. Bu programlarda başka ülkelerin, toplulukların, medeniyetlerin değerlerini bilmek ve onların farklılıklarına saygılı olmanın öneminin de işlenmesinin önemi, son dönemde artan dışlama ve ötekileştirme, ırkçılık ideolojilerinin olumsuz etkilerini kırmak için yararlı olacaktır.
Fıtrata Uygun Ahlaki Duygular ile İrade Eğitimi (FUAD ile İrade Eğitimi) Programını/Müfredatını hazırlarken belirlenecek İlkeler için Önerilerimiz (Ek: 77) ve programın Uygulama Yönergesini Hazırlama Önerilerimiz (Ek: 78) ile ilgili Erdemlerin/Faziletlerin ve Erdemlerin Karşıtı/Tersi Reziletler olarak Fıtratı Bozan Durumların/Hallerin Çizelgesi (Ek: 79) eklerin sonuna, son sayfaya eklenmiştir.
“Duygusal okuryazarlık” deyimiyle beyinin duyuşsal/duygusal temeline dikkat çeken, duygusal zeka becerilerine, duygusal zihne, duygulara ve duyguların eğitimine dikkat çeken, bu konuda “özbilim müfredatı/programı” hazırlayan Daniel Goleman, “Duygusal Zeka” Kitabında bir çocuğun/öğrencinin okulda eğitim almaya hazır olması, tüm bilgilerin “aslı/esası/temeli” olan “nasıl öğreneceğim” sorusuna vereceği doğru cevaba bağlıdır tespitini yapıyor. Soruya bağlı olarak verilen cevabın, çocuktaki çok önemli yeti ve yetenekleri güçlendirecek hususlar olarak Amerikan Ulusal Klinik Bebek Programları Merkezinin bir raporunda aşağıdaki şekilde belirtildiğinin bilgisini de haber verirken, sorunlarla ilgili kendi tespitlerini ve görüşlerini de çarpıcı bir şekilde bildiriyor:
- Güvenme: Çocuğun kendi bedeni, davranışı ve hayatı üzerinde bir “denetim ve egemenlik” kurması gerektiğini bilmesi ve böylece başarma ihtimalinin daha yüksek olacağına ve yetişkinlerin de kendisine yardımcı olacağına güvenmesi.
- Merak Etme: Bir şeyleri “keşfetmenin” zevkli ve “keyif verici” bir deneyim/tecrübe olacağını hissetmesi.
- Amacı Olma: Bir etki yaratma arzusu ve yeteneği ile birlikte, bunu hayata geçirmek için sabretmeye ve sebat etmeye ihtiyacı olduğuna inanması.
- Özdenetim Yapabilme: Yaşına uygun biçimde kendi hareketlerini ayarlayıp kontrol edebilmeyi gerçekleştirecek “içsel” bir denetime ihtiyaç hissetmesi.
- İlişki Kurabilme: Diğerleri/başkaları tarafından anlaşıldığını ve diğerlerini/başkalarını anladığını hissederek, onlarla temasa geçmesi gerektiğinin farkında olması.
- İletişim Kurabilme: Sözel olarak fikir, duygu ve kavram alış/verişinde bulunabilmesi.
- İşbirliği Yapabilme: Bir “grup/küme faaliyeti” içinde kendi ihtiyaçları ile başkalarının ihtiyaçlarını dengede tutabilmesi.
Çocuğun okuldaki başarısı, daha okula gitmeden/başlamadan önceki yıllarda oluşmuş duygusal özelliklerine dayanır. Anne-babalar çocuklarının hayatta başarılı olmalarına yardım edebilmek için, anne-baba olarak kendi davranışlarının çocukta güven, merak, ilgi oluşturmasının çocukta öğrenme zevkinin oluşmasındaki etkisinin farkında olmaları gerekir. Çocuğun sosyalleşirken kendinden emin olması ve ilgi gösterirken kendisinden nasıl bir davranış beklendiğini bilmesi önemlidir. Yanlış davranma dürtüsüne nasıl hâkim olacağını bilmesinin yanında, diğer çocuklarla hem iyi geçinmesini hem de ihtiyaçlarını ifade edebilmesini gerektirir.
Hayatın ilk 4 yılının temel duygusal dersini özetleyen bir raporda belirtildiği gibi, bu dönemde yaşananların etkisi ve sonuçları çok büyütür. Dikkatini toplayamayan, insanlara güvenmek yerine onlara kuşkuyla bakan, iyimser olmak yerine kötümser olan ya da öfkeli olmak yerine yıkıcı kaygılar içinde boğulan, korktuğu hayallere/sanallara saplanıp kalan ve kuruntulara/takıntılara kapılıp kendini mutsuz hisseden bir çocuk, içinde yaşadığı dünyanın sunduğu imkanlara sahip olmak ve onları doğru kullanmak açısından fırsatları çok az kullanabilmektedir.
Emek maliyetini “aşağı çekerek” aileye baskı yapıp ona ekonomik zorluklar yaşatan “rekabet” ortamının şartları, günümüzde tüm toplumlarda ve özellikle ekonomik/mali açıdan sıkışık ailelerde hem annenin hem de babanın uzun saatler çalışmak zorunda kalmasından dolayı çocuklar kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalıyor. Çocukların şimdiye kadar hiç görülmedik oranda anne-baba ilgisinden “yoksulluk/yoksunluk” içinde büyüdüğü, “tek ebeveynli ailelerin” giderek olağanlaştığı, bebek ve çocuğun çok yeterli ve uygun olmayan “yuvalara/bakım evlerine” ya da komşuya, akrabaya bırakılmak zorunda kalındığı dönemde yaşanıyor ve bütün bunlar iyi niyetli ve bilinçli anne-babalar açısından bile anne-babayla çocuk arasında duygusal yeterliliği oluşturacak etkileşimin azalması anlamına geliyor.
Aileler artık çocuklarının hayata sağlam bir şekilde hazırlanmasında yeterince etkili olamıyor ve böyle bir durumda ne yapılması gerektiği de pek bilinmiyor. Duygusal ya da sosyal yetersizliklerin, zayıflıkların daha ciddi sorunlara zemin hazırladığı bu durumda, ailelere ve çocuklara yönelik doğru hedefe yöneltilmiş düzeltici ya da önleyici yöntem ve araçların daha fazla olmasının yanında, doğru yolda düzgün gitmeyi destekleyecek, “yoldan çıkmayı” engelleyecek çözümler/çareler geliştirilmelidir.
Birçok sorunu olan, kargaşanın hakim olduğu ailede ya da yoksulluk ve yoksunluğun acımasız şartlarının, sıkıntılarının göründüğü bir mahallede ya da birçok sıkıntının, zorbalığın akranlar arasında bile çokça görüldüğü sokaklarda yaşamak ve okullarda eğitim almak durumunda kalıyor öğrenciler. Bu ortamlarda yaşayan/büyüyen öğrencilerin duygusal bakımdan “örselenmelerinden” kaynaklanan duygusal ve sosyal zaaflar/zayıflıklar/eksiklikler çok fazla görülürken, bunların sonucunda oluşan davranışsal bozulmalardan kaynaklanan sorunlar, onların ergenlik dönemlerinde daha da artıyor. Bunlarla birlikte yoksulluk ve yoksunluk içinde olan ailelerde, aile yaşamının sıcaklığını yeterince hissedemeyen öğrenciler depresyon, bağırma, vurma, öfke krizleri, şiddet, zorbalık, taciz, fiziksel tehditler vb. “sert cezalandırma yöntemleri” ile de daha çok karşılaşıyor bağlı olarak.
Okullarda akademik ders programları dışında kalan ders aralarında (teneffüste), kantin ve yemekhanede geçen sürelerde, hatta okula gidiş ve okuldan dönüş sırasında geçen zamanın değerlendirilmesi de en az akademik dersler kadar önemlidir. Özellikle son yıllarda okullardaki şiddet, zorbalık, her türlü bağımlılık sorunlarının artması, bu sorunların önüne geçmek için okullarda alternatif olabilecek farklı “eğitim programlarının” da gündeme gelmesini zorunlu kılmaktadır. Son yıllarda okul çağı çocuklarının ve yetişkin öğrencilerin okul içinde ve dışında karşılaştıkları ve karşılaşmaları olası sorunların ve kargaşanın ülke genelinde uygulanan istatistikleri yayınladığında, sorunların katlanarak arttığının görülmesi anne-babaların yanında ülke yöneticilerini ve halkı da kaygılandırmaktadır. Geleceğe dair umut kırıcı bu durumun önüne geçilmediği takdirde, bugünün çocuklarının gelecekte de verimli ve istikrarlı bir yaşantı/hayat sürdürmelerinin ihtimali hızla azalmaktadır.
Diğerleriyle, başkalarıyla, arkadaşlarıyla hatta kardeşleriyle ve anne-babalarıyla iyi geçinmeyi, anlaşmazlıkları barışçıl yöntemlerle “çözüm üreterek” halletmeyi çocukluk dönemlerinde, okul çağında, okullarda öğrenme imkanı bulamayanların içinde bulunduğu “duygusal cehaletin” bedeli tüm ülke, toplum ve insanlık için telafi edilemeyerek riskler oluşturmaktadır. Bu “duygusal cehalete”, bu “sorunlar yaratan eksikliğe” standart okul programlarında yer verilmemesi ise daha büyük bir tehlikeye işaret etmektedir. Bu sorunları oluşturan eksiklere neden olan duygusal cehalet, çok önem verilen akademik ders başarısını arttırmaya endeksli ders başarılarını da olumsuz etkiliyor. Bu eksikliğin işaretleri, ülke genelindeki okullarda gittikçe artan, artık “olağan” görülen şiddet ve zorbalık olaylarında da gözlenmektedir.
Gençler arasındaki en yaygın sorunların nedenleri psikolojik, “ruhsal”, duygusal hastalıklar olarak görülse de, aslında bunların da temelinde yatan “maneviyatsızlık” tır. Ergenlerin çoğunda ağır ya da hafif depresyon belirtileri, yeme bozuklukları, her türlü bağımlılık ilk göze çarpan sorunlardır. Evliliklerde erken boşanmanın yanında nikahsız/evliliksiz birliktelikler, beraberinde anne-babanın birinin eksik olduğu “babasız/anasız çocukların” sayısını arttırmakta ve bunların kaynaklık ettiği birçok sorun da eğitimin niteliğine bir şekilde yansımaktadır. Toplumdaki “çürüme”, adeta “sistematik bir kötüleşme” olarak çok yoğun bir şekilde kendini göstermektedir.
Bu sorunların/zayıflıkların herhangi biri tek başına kimseyi pek endişelendirmese de geniş kapsamlı bu değişim, çocukluk hayatının içine sızan sorunlar yumağının bir göstergesi olarak, duygusal yeterlilik açısından çok önemli eksikliklerin bulunduğuna işaret ediyor. Bu duygusal zaaf/zayıflık, modern yaşamın tüm çocuklara ödettiği evrensel bir bedel gibi görünüyor.
İster zengin olsun ister fakir hiçbir çocuk bu durumu hak etmiyor ve bu tehlikelere karşı çocuğun bağışıklığı da yok. Yoksul ailelerin yoksunluk içindeki çocukları en kötü “duygusal beceri siciline” sahip gibi görünse de on yıllık zaman dilimleri boyunca gerçekleşen kötüleşme oranları orta sınıf ya da zengin ailelerin çocuklarından daha kötü değil. Bu sorunlar her türlü etnik, ırk, din ve gelir grubunda ortaya çıkmakta ve hepsi de “duygusal beceri” sicilinde aynı “düzenli düşüşü” göstermektedir.
Faydalı destek sistemlerinin olmadığı durumlarda dış kaynaklı stresler, güçlü aileleri bile parçalayacak kadar büyümüştür. Eğitimi ve geliri iyi olan aileler de dahil ailelerin tamamında günlük hayatın telaşı, istikrarsızlığı, tutarsızlığı toplumun tüm katmanlarına yayılmış durumdadır. Bu durumda ehlikede olan aslında sonraki “kuşakların” tamamı. Milyonlarca çocuk ve ailesi “duygusal yeterlilikten” ve “ahlakı oluşturan maneviyattan” uzaklaşmış, güçlü irade ve sağlam bir kişilikten yoksunlukta hiç olmadığı kadar tehlikeli bir duruma düşmüştür.
Bütün bu “rasyonelliğe/gerçekliğe/hakikate” rağmen güçlü iradenin ve duygusal yeterliliğin aile etkisi ve ekonomik şartların etkisinin üstünde ve ötesinde bir “rolü” her zaman olmuştur. Bir çocuğun/gencin/öğrencinin bu zorluklar karşısında ne derece “çökeceğini” ya da bu zorluklara karşı özünde olanlarla ne kadar “direnç göstereceğini” belirleyecek olan da yine iradesinin güçlülüğü ve duygusal yeterliliği olacaktır. Yıpratıcı zorluklara dayanabilenler de her zaman “temel duygusal becerilere” sahip olanlar ile iradesi güçlü olanlar olacaktır. Bu “dayanıklılar”; yumuşak başlı, iyimser, sabırlı, dirençli, özgüvenli, girişken vb. erdemlere sahip olanlardır ve bunların yoksulluk ve yoksunluğun getireceği “başarısızlığın” etkisinden daha kolayca kurtulabilme yeteneği gelişmiştir.
Çocukların birçoğu bu nitelikleri/özellikleri daha kazanmadan o zorluklarla/sorunlarla karşılaşma durumunda olsalar da bu “becerilerin” çoğunun “doğuştan/yaratılıştan” fıtri olarak geldiği ve bunların “genetik mirasta” da yer alabildiği biliniyor. Yine biliniyor ki, insan mizacının özelliklerinin bile “iyileştirilebilir” bir müdahale yolu var ve bu sorunları üreten yoksunluğu, yoksulluğu ve diğer sosyal şartları hafifletmeye yönelik siyasal ve ekonomik önlemler alınabilir yönetimlerce. Yaratıcının verdiği, vermeye devam ettiği destekler ve lütfedeceği yardımlar var. İstemek, istemeyi bilmek, dua etmek, okumak, çalışmak gerekiyor.
Bunların dışında kendilerini zayıf düşüren zorluklar ile başa çıkmaları için öğrencilere başka birçok imkan da sunulabilir. Duygusal bozuklukların oluşturacağı muhtemel psikiyatrik sorunların önüne geçilmesi ya da bunların tedavi edilmesine hayatlarının erken dönemlerinde başlanması, başlamışsa müdahale edilmesi gerekiyor ki, etkisine girebilecekleri, girdikleri sorunlardan kurtarma yolu erkenden bulunabilsin. Sorunlarını “uyuşturucu” ve “şiddete” başvurarak örtmeye çabalayanlara, unutmaya ve unutturmaya çalışanlara “palyatif tedbirler” içeren Eğitici Programların da pek bir yararı görülmemektedir. En etkili ve köklü çözüm “koruyucu hekimlik” önlemlerinin önünü açmaktan geliyor gibi.
Başta cinsel taciz olmak üzere birçok sorunla karşılaşmanın ve bunlara karşı koymanın sadece “bilgilendirmek, bilgi vermek” ile önüne geçilemeyeceği de bellidir. Bir yandan sorunlarla bağlantılı kapsamlı, duygusal ve sosyal yeterlilikleri de içeren eğitimler verilirken, bunun yanında erdemler ve ahlaki duygularla beraber, insana yaratılışında verilen, bahşedilen fıtri özelliklerden sapmayı getirecek tuzaklara karşı önlem alınması gerekiyor. Kötülüğün/şerrin cisimleşmiş sembolü Şeytanın şaşırtmasının önüne geçebilecek, maddi ve manevi yardımları ve yardımcıları harekete geçirebilecek güçlü bir iradeye sahip olmalarını sağlayacak yollar bulunmalıdır. Bu yolların en etkilisinin de Yaratıcının yardımını istemek/dilemek ve O’nun da dilemesi için “çağrıyı/daveti/duayı” yapmak ve her durumda kötülüklerin ve şerrin tuzaklarından O’na sığınmayı ihmal etmemek olduğu kanaatindeyim.
Sonuç Olarak:
Fıtrata Uygun Ahlaki Duygular ve Değerler ile İrade Eğitimi (FUAD ile İrade Eğitimi), kişinin iradesini güçlendiren, kişiliğini ve karakterini güzelleştiren, toplumun uyumunu ve kültürel sürekliliğini destekleyen bir süreçtir. Fıtrata uygun bir yaklaşım benimsendiğinde, değerler ve erdemler yalnızca öğrenilen bilgiler değil, davranış ve tutuma dönüşen ahlaki duygular ile yaşanılan bir hayat/yaşantı haline gelecekir. Bu nedenle aile, okul ve toplumun bütün kesimleri bu konuda ortak sorumluluk alarak hem bilişsel ve duyuşsal köklü bilgilerle hem de çağın ürettiği bilgiler ve bilim ile donanmış, duygu cahili olmayan dengeli, aydınlık bir nesli hazırlamalıdır. 24/11/2025
Ramazan AKSOY - aksoyramazann61@gmail.com - 0 505 680 83 17
DIĞER HABERLER
-
FUAD ile İRADE EĞİTİMİ
29 Aralık 2025, 11:03 -
Hasbihal Buluşmaları Zeytinburnu’nda Gerçekleşti
28 Aralık 2025, 16:28 -
Doğa Koleji Ziyareti
28 Aralık 2025, 15:43 -
Eğitimde Unutulan Bir Güç: Merhamet
27 Aralık 2025, 10:42 -
Mehmet Baran'dan ÖZKURBİR'e ziyaret
27 Aralık 2025, 08:42 -
Kral Kaybederse
27 Aralık 2025, 08:03 -
LGS-TYT Değişiyor, Anlam Derinleşiyor, Yeni Sınav Sisteminde Okuma Anlama Karnemizi Nasıl Yükseltiriz? LGS’nin ve TYT’nin Yeni Soruları ve Üst Düzey Anlama Becerileri
27 Aralık 2025, 07:56 -
ÖZKURBİR’DEN ÜYE ZİYARETİ
25 Aralık 2025, 09:38 -
Öğretmenler Odası: Kırılgan Bir Ekosistem
25 Aralık 2025, 08:50 -
Filistin Hakkında Konuşmalıyız Tiyatro Oyunu
24 Aralık 2025, 11:17

